İRADE ve HİDAYET
KALBİN DEĞİŞMESİ ve KADERİN HÂKİMİYETİ
M. Ali KAYA
Kalb Allah’ın parmakları arasındadır ve devamlı olarak değişir. Bu değişim kişinin iradesi ve isteği doğrultusunda olur. Burada da insanın özgür iradesi söz konusudur. Kalbde şeytani ve melekî hasletlerin galib olması ve şeytanın ve meleğin sesine kulak vermesi insanın iradesinin eseridir. Yüce Allah “Biz ona takvayı da fücuru da ilham ettik” (Şems, 91:8) ayetine göre kalbi bir üfleme merkezi yaparak insanı imtihana tabi tutmasını, şeytanı ve meleği kalp telefonuna hayrı ve şerri üfleyen birer vasıta yapması hep imtihanın gereğidir. Yüce Allah bununla “İyiye yönelerek hayrı yapanı tezkiye ederek temizleyip kurtarırken, kötüye meyleden ve bunu işleyeni de hasarete düşürerek pişman etmektedir.” (Şems, 91:9–10)
Allah’ın parmakları demek Allah’ın hayır ve şer iradesi demektir. Allah’ın bu iradesi şeytan ve melek şeklinde tecelli eder. Kişinin taat ve masiyeti kalb hazinesinden gaybdan şuhuda çıkar ve insan hayır ve şerre meylederek sağdan sola, soldan sağa döner durur. Burada insanın karşısına aklı, bilgisi ve iradesi çıkar. İmanı kuvvetli ve bilgisi sağlam ise onu şerden ve şeytandan korur. Yoksa şeytana aldanır. Nefis zaten bedenî zevklere meyyaldir ve daima bunu ister. Nefsi bu bedenî zevklerden koruyan imanı, haram ve helal bilgisi, Allah korkusudur. Kalp bütün bu mücadelelerin yapıldığı bir muharebe meydanıdır. Burada melekî hasletler şeytanî duygulara galip gelirse kişiyi hayra yönlendirir, aksi olursa şerre yönlendirir.
Ezelî mukadderat ise bütün bunları bilen ve her şeye hükmeden Allah’ın takdir ettiği şekilde cereyan eder. Kişi ahrette bakar ki Allah’ın ezelde takdirine göre iradesini kullanmıştır. Bu orada bilinecek bir husustur. Bunu dünyada bilmemiz imkânsızdır. Çünkü senaryoyu yazan bilir ama oynayan ancak hangi sahnede rol almışsa bu rolünü bilme hakkına sahiptir ve rolünü de isteyerek ve severek oynar. Rol alırken onu zorlayan mücbir bir sebep yoktur; bunun için de sorumluluk kendisine aittir. Burada asıl rol oynayan kişinin hür iradesidir. Yüce Allah ezelde bu irademize göre hükmetmiştir. Allah’ın takdiri irademize uygundur.
EZEL VE EBED NEDİR?
Ezel bir zaman şeridinin bir ucu, ebed de diğer ucu değildir. Zaman şeridine takılmış olan biz aciz insanlara göre ezel bizden önceki zamandır. Ebed ise bizden sonraki zamandır. Hâlbuki zamanı yaratan ve zamanlar üstü olan Allah’ın katında ezel ve ebed bir anda hazırdır ve yüce Allah zamanın üzerinde olduğu için ezeli ve ebedi hazır olarak görür. Çünkü her şey onun huzurundadır. Hiçbir şey onun huzurundan hariç değildir. Bunun için yüce Allah ezeli ve ebedi bir anda görerek ona göre hükmeder.
Allame Bediüzzaman hazretleri bu hususu “Kader, ilm-i ezeliden olduğu için, ilm-i ezelî hadisin tabiriyle, manzara-i âlâdan, ezelden ebede kadar her şey, olmuş ve olacak birden tutar ihata eder, bir makam-ı âlâdadır” (Sözler, 2004, s. 748) demektedir.
Bu hususu şöyle bir misalle izah eder. “Senin elinde bir ayna bulunsa, sağ taraftaki mesafe mazi, sol taraf müstakbel farz edilse o ayine yalnız mukabilini tutar. Sonra ayineyi yukarıya kaldırdıkça iki tarafı birden tutar ayinesine alır. Ayine yükseğe çıktıkça o ayinenin görüş ufku ve dairesi genişlenir. Mazi ve müstakbeldeki olayları bir anda görür.” (Sözler, 757–758) Yani, üç araba farz ediyoruz İstanbul’a gidiyor. Biri Tokat’ta diğeri Bolu’da ve biri de İzmit’te olsa Bolu’dakine göre Tokat’taki mazi, İzmit’teki müstakbel olur. Ama Türkiye’yi gören bir mevkiden bakan biri için her üçü de bir anda görünür. Ona göre geçmiş ve gelecek bir andadır.
Yüce Allah’ın ezeli ilmine göre her şey bir anda nazarı-ı şuhudundadır. Geçmiş ve gelecek diye bir şey düşünülemez. Zaman mefhumu, zamana mahkûm olan fani varlıklar ve insanlar içindir.
Yüce Allah insanı yaratmıştır ve insan için de cenneti ve cehennemi yaratmıştır. Cennet ve cehennemin ehlini de cennette ve cehennemde yaratmıştır ve her ikisi de doludur ve şu anda da faal olarak çalışmaktadır. Ancak insanı bu ikisine de girebilecek istidat ve kabiliyette yaratmıştır. Peygamberimizin (sav) zamanında ilim gelişmediği ve ümmi bir kavme gönderildiği için peygamberimiz (sav) hadislerinde kader ile ilgili meseleleri “İrade- Hürriyet, İstidat ve kabiliyet” kelimeleri ile ifade etmemiştir. Ancak “cennetlik ve cehennemlik” kelimeleri ile ifade buyurmuşlardır. Çünkü o zamanın insanları ancak bunu anlayabilirlerdi. İstidat ve kabiliyet, hürriyet ve irade onlar için daha muğlâk kelimelerdi. Bu konudaki ilmî gelişmeler daha sonra ortaya çıkmıştır. Maturudi ve İmam-ı Gazali döneminde tartışmalar irade üzerinde olmuştur, ama henüz istidat ve kabiliyet ve hürriyet kavramları gelişmemişti. Bunun için hadisler ve ayetler buna göre yorumlanmıştır. Zamanımızda ise ilmin gelişmesi ile kader ile ilgili hususlar “irade, hürriyet, istidat ve kabiliyet” gibi terimlerle yapılarak daha da açıklığa kavuşmuştur. Bunun için Bediüzzaman kader ile ilgili meseleleri buna göre izah etmiş ve “Zaman geçtikçe Kur’an gençleşiyor, rumuzu tavazzuh ediyor” demiştir.
HİDAYET VE DALALET
Her şey Allahu Teâlâ’nın kaza ve kaderi iledir. Nitekim “Allah, her kimi doğruya erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar. Allah, inanmayanlara azap ve sıkıntıyı işte böyle verir” (En’am, 6:125) ayeti hidayetin Allah’tan olduğunu açıkça ifade eder. Ancak bu hidayet insanın kazanımı sonucu Allah’ın vermesi iledir. İnsan ise hidayeti kendi hür iradesi ile Allah’tan ister ve ya hür iradesi ile dalaleti ve küfrü tercih eder. Burada istemek insandan, yaratmak ve vermek Allah’tandır. Nitekim ayet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere göre rızık da şifa da yaratılması ve verilmesi Allah’tandır; ama bunları kazanmak ve elde etmek insanın iradesi ile istemesi ve çaba sarf etmesine bağlıdır. İnsan rızkı kazanmak için ne kadar çalıştığı, şifayı elde etmek için doktor ve ilaçlara başvurduğu görülmektedir. Sonuna şifayı da rızkı da veren Allah’tır ama Allah insana durduğu yerde istemeden ve çalışmadan vermemektedir. Buna bir itiraz yok. Ama neden aynı şekilde hidayeti isteme konusunda tembel davranılmakta ve Allah’a havale edilerek hiçbir çaba gösterilmemektedir?
Hidayet büyük bir nimettir, ruhun cennetidir ve ebedi saadetin vesilesidir. Allah hidayet nimetini insanlara peygamberleri, kitapları ve insanların da bunları istemeleri, kalplerini gönüllerin, kafalarını ve beyinlerini çalıştırmaları şartı ile vermektedir. Kişi ilim öğrenmez, kur’an okumaz ve imana, islama ve gerçeğe dair bilgileri elde etmek ve hidayeti bulmak için çaba sarf etmezse rızkı ve şifayı vermediği gibi hidayeti de vermez. Ne mecburiyeti var?
Bütün ayet ve hadislerde kesin olarak cennetin iman ve salih amel ile cehennemin de küfür ve isyan ile kazanıldığı açıkça ifade edilmektedir. Hiçbir kimseye Allah küfür ve inkâra, isyan ve tuğyana zorlayarak zulmetmediği ve zulmetmeyeceği gibi, hiç kimseye de hidayeti durup dururken vermez ve bu haksızlığı yapmaz. Kişi iradesi ile ister, yetmez öğrenir, çaba sarf eder, yetmez ibadet ve dua ile Allah’tan yardım ister, yetmez, günahlardan kaçarsa o zaman hidayeti hak eder ve Allah da ona “Çalışmasının karşılığı olarak” (Necm, 53:39–40) verir. Çalışmadan kim ücreti hak eder ve kim kime karşılıksız bir şey verir? Bunu insanlar arasında bir kural olarak koyan Allah elbette kendisi de insanın çalışması ve hak etmesi ile ancak cennet ve cehennemi ona yazar.
Nitekim hadis-i şerifte “Allah imanı yarattı ve onu güzel huylar ve Salih ameller ile takviye etti. Küfrü yarattı ve onu da kötü huylar ile takviye etti.” (İhya, 3:116) buyurulmuştur. Bu hadise göre küfür ve iman Allah’ın takdiridir. Ama bunları kesbetmek insanın iradesi iledir. Allah küfrü isteyene verir, insan kötü düşüncesi, cehaleti, nefis ve şeytana aldanması ve kalbine şeytandan gelen telkinleri ile tercih eder, sonra onu kötü huy ve kabiliyetlerle güçlendirir ve küfrünü artırır. İman da öyle..
Bediüzzaman hazretleri “Allah onların şerlerini hayra çevirir” (Furkan, 25:70) ayetini izah ederken meseleyi kabiliyet ve istidat olarak ele alır ve der ki “Allah onların şerre çalışan kabiliyetlerini imana ve islama, hayra çevirir.” Yani insan Allah’ın kendisine verdiği kabiliyetleri, aklı, zekâsı ve duyguları ile şer işleyecek iken hayırlı işleri yapmaya yönelir. Burada günahları Allah sevap olarak yazar şeklinde anlamak çok yanlıştır. O zaman imanlının işlediği günahları Allah sevap olarak yazar anlamı çıkar ki bunun ne kadar yanlış olduğu malumdur. Öyle ise doğru yorum Bediüzzamanın yorumudur. “İnsandaki nihayetsiz kabiliyet-i şer kabiliyet-i hayra ınkılab eder.” (Sözler, 512)
Bir cetvel güneşin karşısında eğrilirse her şeyi eğri çizer. Bir terazi bozulursa her şeyi noksan tartar. Bir ölçü bozulursa her şeyi yanlış ölçer. Bir insan inancını düzeltmeden kur’anı okursa her şeyi yanlış anlar ve yanlış değerlendirir. Böyle biri freni patlayan ve yokuştan aşağı hızla ilerleyen bir kamyon gibi ne yapacağı ve nerde duracağı belli olmaz. O zaman bunların şerrinden Allah’a sığınmak gerekir. Sapık bir cereyana kapılan kimsenin hidayeti bulamamsı ve gerçeği görememesinin sebebi budur. Bunun için kişi çok çalışmalı ve hidayeti aramalıdır ama bulmak için de Allah’a yalvarmalıdır. Allah hidayet vermezse gerçeği göremez.
Allah bizi yanlış inanç ve düşüncelerden ve bunların sebep olduğu şer ve kötülüklerden korusun! Amin!
(1046)
Hidayet meselesini Ayet Hadis ve Risaleinurun izahatlari ile akla yatkın bir şekilde guzel bir araya getirmişsiniz bundan dolayı teşekkür ederim fakat Ben ilim şehriyim Ali de onun kapısıdır” buyuran bir peygambere ve Velayeti ile miraca çıkması
Kuran ona nazil olması gibi ilmin ta kendisi olan Zatina o zamanlarda ilim gelişmedi demek çok amiyane olmus kesinlikle duzeltmeniz gerekiyor.
Hurriyet istidat irade gibi kavramların o zamanda olmadığı ifadeniz ise cidden komik olmuş
Köleleri azat etmek en büyük hürriyet hur iradenin o tarihte en büyük mevzu iken ve
sahabelerin eski hayatından kurtulması istidatlarin inkişafi ile İslamiyetin şekillenmesi büyümesi tarihte hergun anilirken bu ifadeleriniz ne akla ne İslama ne imana hicbiryere sığmıyor.
Cok kısa şekilde ifade ettim daha uzun yazmak icab edebilir lakin umarım bu yorum ile gerekli düzeltmeleri yaparsiniz