CEMAAT KAVRAMI ve
EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT
Ehl-i Sünnet, Kur’an-ı Kerim ile Hz. Peygamber’in (asm) sünnetini esas alan, sahabe, tabiin ve tebe-i tabiinin yolundan giden tüm müslümanları tarif eden isim ve kavramdır.
Ehl-i Sünnet dinde ifrat ve tefriti değil istikamet ve hakkaniyeti esas alan her konuda gerek nefis terbiyesinde, gerekse toplumun tüm katmanlarında hakperest ve adil olmayı esas alır. bu yönüyle adl ve adaleti temsil eder.
İslam dininde ve Bediüzzaman’ın izahlarında “cemaat” denince kast edilen hak ve adaleti esas alan, bütün müslüman kardeşleri kapsayan ve haricinde kimseyi bırakmayan “Cadde-i Kübra” denilen Kur’an ve Sünnet caddesinde yürüyen ve “İttihad-ı İslamı” hedef ve maksat edinen tüm inananlardır. Yoksa belli şahıslara bağlı küçük hizmet grupları değildir. Şahıslara bağlı küçük gruplar dar bir alanda bir şahıs adıyla anılan ve onun direktifleri doğrultusunda çalışan hayır cemiyetleri veya tarikatlar olarak adlandırılırlar. Bu sebeple “cemaat” teşkil etmezler. Cemiyet ise Bediüzzaman’ın ifadesi ile “Ekseriyet içinde ekalliyeti” temsil ederler.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Nedir?
Sahabelerin, tabiîn ve tebe-i tabiîn olan “Selef-i Sâlihîn”in Allah rızasını kazanmak için izlediği yol “Sünnet” yoludur. Ehl-i Sünnet, Peygamberimizin (asm) Allah katından getirdiği her şeyi kabul edip uygulayanlar anlamına gelmektedir.
Peygamberimiz (asm) ümmetinin yetmiş üç fırkaya inkısam edeceğini ve içinde fırka-i nâciye-i kâmile, (Mektubat, 2005, s. 181.) Ehl-i Sünnet ve Cemaat olduğunu “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak içlerinden birisi kurtulacak. Onlar benim ve sahablerimin yolundan gidenlerdir” (Ebû Dâvud, Sünnet: 1; İbni Mâce, Fiten: 17; Tirmizî, Îmân: 18.) hadisi ile haber vermektedir.
Cemaat ise “Allah’ın ipine sarılan” (Âl-i İmran, 3:103.) nitelikli ulemaya ve onların yolundan giden çoğunluğa denir. Çoğunluk hak üzere olmadığı zaman cemaat olarak nitelendirilemez. Tek başına da olsa haklı olan, hak yolda olan ve hakkı müdafaa eden kişiye “cemaat” denir. Nitekim Yüce Allah “Muhakkak ki İbrahim tek başına bir ümmet idi” (Nahl Suresi, 16:120.) buyurarak İbrahim’i (as) Tevhid inancını savunan tek başına bir ümmet olduğunu beyan eder.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin Özellikleri:
1. İtikad, ahkâm ve ibadet konusunda ifrat ve tefritten uzak hadd-i vasat olan istikameti ve “Sırat-ı Müstakimi” “Vasat ümmet” (Bakara, 2: 143.) çizgisini takip eder.
2. Dinin kaynağı olarak “Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas”ı kabul eder, Peygamberin (asm) sünnetine göre Kur’an-ı Kerimi anlar ve yorumlarlar. Sahabelerin amelleri ve sözlerine değer verir, kendi sözlerini ve görüşlerini onların önüne geçirmezler.
3. “Hulefa-i Raşidin”e gerekli hürmeti gösterir, faziletlerini ve hilafetlerini hilafet sırasına göre ve hilafet sırasında dine yaptıkları hizmetlerine göre takdir ederler.
4. Dinde tartışmaya girmezler. Özellikle itikadi konularda, müteşabih ayetlerin anlaşılmasında ve kader meselesinde tartışmaya girmez, Kur’an ve Sünnette belirtildiği şekilde iman eder, anlamak için “İlimde rüsuh peydan eden alimlere” (Âl-i İmran Suresi, 3: 7.) müracaat ederler.
5. Sahabeler arasındaki muharebelerde her iki tarafta ölenlere şehit nazarı ile bakar hiçbir sahabeyi suçlamazlar.
6. Kur’an-ı kerimde “Düşünmez misiniz?” “Akletmez misiniz?” “Ey akıl sahipleri ibret alınız” gibi ayetleri düşünerek akla değer verirler.
7. Mü’minler arasındaki kardeşliğe değer verirler, kıbleye dönüp namaz kılanları tekfir etmekten Allah’a sığınırlar. Mü’minler arasında sevgi ve muhabbeti esas alır, düşmanlığı ortadan kaldırmaya çalışırlar.
8. Ehl-i Sünnet Allah’ın velilerine asla düşmanlık beslemezler. Hadis-i Kutside Yüce Allah “Kim benim velî kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder, sonunda onu severim. Onu sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli olur, onu yolumca yürütürüm. Benden birşey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum.” (Buhârî, Rikâk, 38.) buyurmuşlardır.
9. Ehl-i Sünnet Allah’a peygambere ve emir sahibi idarecilere itaat ederler. Yeryüzünde fesat çıkarmaz, asayişi bozacak durumlardan kaçınırlar. Zira asayiş bozulursa fitne çıkar ve masumlar zarar görür. Bu ise dinen yasaktır. İtaat ise ma’rufadır. Münker emredilirse bu emre uyulmaz, ancak isyan da edilmez; “müspet hareket edilerek” “Emr-i maruf ve nehy-i anil-münker” görevi yapılır ve insanlar “irşad” edilir. Herkes mertebesine ve derecesine göre bu görevi yapmakla mükelleftir.
Ehl-i Bid’a ve Dalalet
Peygamberin (asm) sünnetine uymayan, sünneti kaldırıp onun yerine konan inanç, adet ve ibadetlere bid’at denir. Sünnetin uygulamasında yardımcı oluyor ve sünneti ortadan kaldırmıyorsa ona bid’a denmez. Bu nedenle teknik ve teknolojik gelişmeler bid’a sayılmazlar. Meselâ, Türkçe ezan, ezanın aslını ve sünneti değiştirdiği için bid’attır; ama ezan okumak için yapılan minare ve duyurmak için kullanılan hopörlör bid’a sayılmaz.
“Din kemâle erdikten sonra” (Maide Suresi, 5:3.) dine bir şey ilave etmek de çıkartmak da bid’attır. Peygamberimiz (asm) “Her kim bizim işimizde ondan olmayan bir şeyi sonra çıkarırsa merduttur, reddedilir” (Buhari, Sulh 5; Müslim, Akdiye 17,18.) “ Her bid’a dalalettir ve dalaletin sonucu ateştir, cehennemdir” (Müslim, Cuma, 43.) buyurmuşlardır.
Dine itaat edilir, din kişinin heva ve hevesine uymaz ve uydurulmaz. Dinin amacı, akla istikamet vermek, nefsin aruzlarını kısarak terbiye etmek ve ruhu maaliyata, yüksek amaç ve gayelere yöneltip terakki ve tekamül ettirmektir. Ehl-i bid’a ise dini kendi hevesine uydurmaya çalışır. Bu nedenle bid’a sahiplerine “ehl-i heva ve heves” denilmiştir.
Ehl-i Sünnete göre ehl-i bid’a dörttür: Bunlar Rafizilik, Haricilik, Kaderiye ve Mürcie görüşleridir. Bunlar da çeşitli dallara ayrılarak nihayet yetmiş iki fırkaya ayrılmışlardır. Peygamberimiz (asm) “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, içlerinden biri kurtulacaktır. O da benim sünnetime, Hulefa-i Raşidin’in sünnetine uyan ve cemaate tabi olanlardır” (İbni Mace, Fiten, 17; Tirmizi, İman, 18.) buyurmuşlardır. Kurtulanlara “Fırka-i Naciye” denilmiştir. Fırka-i Naciye-i Kâmile ise “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”tir.
Peygamberimiz (asm) “Şüphesiz sözün en hayırlısı Allah’ın kitabı, yolun en hayırlısı da Muhammed’in (asm) yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan uydurulan bid’alardır. Her bid’a sapıklıktır” (Buhari, Edeb, 70; İ’tisam 2; Müslim, Cum’a, 43.) buyrulmuştur. Yine “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sıkı sarıldığınız sürece asla sapıtmazsınız: Allah’ın kitabı ve Nebisinin sünneti” (Muvatta, Kader, 7.) buyurarak uymamız gerekenin kişiler değil, Kur’a ve Sünnet olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Ehl-i bid’anın özelliği hadislere ve sünnete karşı çıkması ve eleştirmesidir.
Bediüzzaman “Kavaid-i Şeriat-ı Garra ve desâtir-i sünnet-i seniye tamam ve kemalini bulduktan sonra, yeni icatlarla o düsturları beğenmemek veyahut –hâşâ ve kellâ – nâkıs görmek hissini veren bid’aları icat etmek dalâlettir, ateştir” (Lem’alar, 2011, a. 180.) der.
Hz. Ömer (ra) “Kur’an-ı Kerimin müteşabihleri ile sizlerle tartışacak kimseler gelecektir. Siz onları sünnetlerle susturunuz, çünkü sünnete tabi olanlar Allah’ın kitabını en iyi bilenlerdir” demiştir. Abdullah b. Abbas (ra) da “Hevâ ehli ile oturup kalkmayın; zira onlarla oturup kalkmak kalpleri hasta eder.” demiştir.
Sonuç olarak, ehl-i bid’a ile oturan ve sohbetlerini dinleyenlerin kalbi körelir; yani aklı şaşar ve dindeki istikametli anlayışını kaybeder.
Ehl-i Sünnet Uleması İtikad ve İbadeti Sistemleştirmişlerdir
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat “Kur’an ve Sünneti” esas alarak planlı, metotlu ve sistemli bir şekilde Allah’ın rızasını kazandıracak inanç ve ameli Kur’an ve Sünnetten çıkararak yanlış düşünce ve görüşleri de çürüterek “Ehl-i Sünnet Cadde-i Kübrasını” meydana getirmişlerdir.
Kur’an ve Sünnete uymayan inanç ve amelleri, ibadet ve ahlakî meseleleri “Ehl-i Bid’a” olarak ortaya koymuş ve metotlu ve planlı ilmî çalışmalarla çürütmüştür. Bu konuda Selaf-i Salihinden günümüze gelen pek çok kitaplar ve çalışmalar vardır. Kur’an ve Sünnetten hüküm çıkarmak ve isabet etmek için “Tefsir Usulü” “Hadis Usülü” ve “Fıkıh Usulü” gibi ilimleri tasnif etmiş ve bu usul çerçevesinde çıkarılacak hükümlerin isabetli olduğunu da ispat etmişlerdir. Bu konuda pek çok alleme ve müçtehitleri yetiştirmişlerdir.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Allah’ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da hak ve hakikatleri yalanlayanların akıbetlerini görün” (Âl-i İmran Suresi, 3: 137.) ferman eder. Allah’ın kainata koyduğu kanunlar ve akıl ve mantığın ortaya koyduğu ölçüler asla değişmez. Kur’an-ı Kerim bu gerçeği de “Allah’ın sünnetini kimse değiştiremez” (Fatır Suresi, 35: 43.) buyurarak ifade etmiştir.
Ehl-i Sünnet ilim, akıl, mantık ölçüleri çerçevesinde Kur’an, Sünnet, Kıyas ve İcma’yı esas alarak Kur’an ve Hadislerdeki itikadi ve ibadete ait hükümleri Farzlar, Vacipler, Sünnetler, Mekruhlar, Haramlar, Müfsitler, Menduplar ve Mübahlar olmak üzere sekiz sınıfa ayırmış ve tüm Ahkam-ı İslamiyeyi herkesin anlayacağı, kolayca kavrayıp uygulayabileceği hale getirip kolaylaştırmışlardır. Böylece Hanefi, Şafii, Hanbeli ve Maliki Mezhebi denen ekolleri oluşturmuşlardır.
Ehl-i Sünnet Yolu Nedir?
Sünnet, müslümanların inanç, ibadet ve ahlakta peygamberimizin (asm) ve sahabelerin usulünü ve yolunu takip etmektir. Zira yüce Allah Peygamebere (asm) uymamızı emretmiştir. Peygambere (asm) itaat konusunda da sahabenin titizliği bilinen bir gerçektir. Bu sebeple İmam Malik (ra) “Medine halkının amelini” ibadet ve ahlakta esas olarak kabul etmiştir.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Allah daha önce şaşkınlık içinde olan insanlara Allah’ın ayetlerini okuyan, onları kötülükten arındırıp tezkiye eden, kitabı ve hikmeti öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri öğreten bir peygamber gönderdi” (Bakara Suresi, 2: 151.) ferman eder. Müfessirler kötülükten arındırmayı haram ve helali öğretmek, hikmeti ise “sünnet” olarak açıklamışlardır.
Kur’an-ı Kerim farzları ve vacipleri, helal ve haramı tayin etmede peygamberi yetkili kılmış Allah’ın hükmü ile Resulünün hükmünü esas kabul etmiştir. Bu konuda Kur’an “Allah ve Resulüne hüküm verme konusunda davet edildiklerinde inananlara ‘dinledik ve itaat ettik’ demek düşer. İşte kurtulanlar onlardır” (Nur Suresi, 24: 5.) buyurur. Peygambeirmiz (asm) da bu sebeple “Size emrettiğim zaman gücünüz yettiğince yerine getirin, yasakladığım hususları da kesinlikle terk edin” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 1.) buyurmuşlardır.
Peygamberimiz (asm) gelecekte ehl-i dalalet tarafından sünnetine hücûm edileceği konusunda ümmetini uyarmış ve “Gelecekte karnı tok bir kısım makam ve mevki sahibi insanlar koltuklarına yaslanarak ‘Bize Kur’an yeterlidir; Kur’an neyi helal kılmışsa onu helal, neyi haram kılmışsa onu haram bilin’ diyeceklerdir. Dikkat edin, haberiniz olsun Bana Kur’an ile birlikte onun benzeri sünnet verilmiştir.” (Ebu Davud, Sünne, 6; Ahmed b. Hanbel, 4: 131.) buyurmuşlardır. Günümüzde aynen böyle diyenlerin olduğunu görerek Peygamberimizin (asm) ihbar-ı gayb nevinden bir mucizesine daha şahit oluyoruz.
Yüce Allah Kur’ân-ı kerimde sahabeleri överek onların örnek alınmasını ve kendilerine uyulmasını istemiştir. Şöyle buyurur: “İlk iman eden, en ön safta bulunan muhacirlerle Ensar ve onlara iyilikle tabi olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah’dan razı oldular. Allah onlar için ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur” (Tevbe Suresi, 9:100.) buyurur. Bu sebeple sahabelere Muhacir ve Ensar’ı örnek alarak onlara uymak imanın, Allah’a ve Resulüne itaatin gereğidir.
Peygamberimiz (asm) kendisine uyulmasını emrettiği gibi sahabelerine de uyulmasını istemiştir. “İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin ‘Hulefa-i Raşidinin’ sünnetini tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak olan bid’alardan sakının. Çünkü her bid’at sapıklıktır. Her sapıklığın sonu cehennemdir” (Ebû Dâvûd, Sünne, 5.) buyurmuşlardır.
Peygamberimiz (asm) yine “Ümmetimin en hayırlıları benimle beraber bulunanlardır, sonra onların peşinden gelenler, sonra onların arkasından gelenlerdir.” (Buhâri, Fedâilu’s-Sahâbe, 1.) buyurur. Ehl-i Sünnetin alimleri, müceddit ve müçtehitleri bu ayet ve hadisleri esas alarak “Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabiine” “Selef-i Salihin” demişler ve onların İslam’ı en iyi anlayıp yaşadıklarını izah ve ispat etmişlerdir. Ehl-i Sünnetin inanç ve ibadetini onların inanç ve ibadetlerini esas alarak ortaya koymuşlardır.
Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabiinin inanç ve ibadetini sistemli hale getirip ümmetin rahatça gidebileceği bir “Cadde-i Kübra” oluşturan İmam Eş’ârî, Matürudî, İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, İmam-ı Malik ve İmam-ı Ahmed b. Hanbel ve onların takipçilerine “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” denilmiştir.
Cemaat Nedir?
Peygamberimiz (asm) “Allah’ın rahmet eli cemaat ile beraberdir” (Tirmizi, Fiten, 7.) buyumuşlardır. Cemaat hak ve hakikati savunmada birlik ve beraberlik içinde olan hak ve hakikate destek olanlar demektir. Haksızlıkta ve yanlışta bir araya gelenler ne kadar çok olurlarsa olsunlar “Cemaat” teşkil etmezler.
Nitekim Ramazan’da hilalin görülmesinde iki ispat eden ve ayı gösteren iki kişi cemaattir ve diğer tüm insanlar görmedik diye inkar etseler inkarlarının hiçbir değeri yoktur. Zira görenler aynı noktaya parmak basarak birbirine kuvvet verirken, inkar edenlerin her birinin farklı bahanesi olduğu için bir noktaya parmak basarak güç birliği sağlayamaz ve cemaat olamazlar. İddiaları bireysel kalır.
Cemaat kelimesinin kökü olan “C-M-A” olup anlamı cem etmek, toplamak ve bir araya getirmek demektir. Cemaat, belli bir amaç için bir araya gelen insan topluluğuna denir. Geniş anlamı ile bir fikir ve inanç etrafında toplanan gruba verilen isimdir. Bu sebeple beraber namaz kılmak amacı ile bir imamın arkasında toplanan ve en az üç kişiden meydana gelen ibadet grubuna da cemaat denir.
Bütün bunlarla beraber cemaat geniş anlamı ile bir dine inananların tümünü içine alan geniş bir terimdir. “İslam Cemaati” bütün Müslümanları, Yahudi ve Hıristiyan Cemaati tabiri de bütün Yahudi ve Hıristiyanları içine alır.
Cemaat anlamlı ve şuurlu bir birlikteliktir. Kuru kalabalıklar cemaat adını almazlar. İslam dini cemaate çok değer verir. Bir araya gelerek ibadet etmeyi teşvik eder ve buna “cemaat” adını verir. Namaz için bir araya gelenlere “cemaat”, toplu namaz kılınan ve ibadet edilen yere “câmi” ve bir beldede bulunan tüm inananların bir araya gelerek kılmaları ve dini öğüt almaları gereken ibadete “Cuma Namazı” adını vermiş ve Cuma Namazı için toplanmayı en önemli farz ibadet saymıştır. Cemaatle kılınan namazlarda imamın kıraati yeterli sayılmış, imama uyanların okumalarına gerek olmadığını söylemiştir. Bu da cemaatin şuurlu ve anlamlı bir birliktelik ve bir vücut gibi “şahs-ı manevi” teşkil etmelerinin ifadesidir. Böylece imama uymak ve imamın yaptıklarını yaparak sosyal hayatta da böyle olmaları istenmiştir. Bu cemaatte imtiyaz ve ayrıcalık yoktur; tüm cemaat fertleri arasında eşitlik ve kardeşlik vardır. Üstünlük ise “Takva” ölçüsüne göredir, takva da tevazuu ile kendisini gösterir. En üstün en çok Allah’tan korkandır; en çok Allah’tan korkan ise insanların en mütevazı olanıdır.
Cemaat şuursuz bir kalabalık olmadığı gibi, belli şahısların etrafında toplanan küçük gruplar da değildir. Bilakis bir dine inanan ve hak yolda olan bütün inananlardır. Bu manada İslam cemaati istikamet ve hidayet üzere hak yolda olan mü’minlere “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” adı verilmiştir. Bediüzzaman Said Nursi bu manayı takviye için “Cemaatte vahid-i sahih olmazsa cem ve zam kesir darbı gibi küçültür” (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, 2010, s. 804.) ifadesi ile aynı inanç ve amacı taşımayanların birlik ve güç oluşturmak yerine bilakis birliği bozucu ve gücü zayıflatıcı rolüne dikkatimizi çekmiştir.
Sosyal hayatın çok anlamlı ve geniş birliktelikleri gerekli kıldığı zamanımızda insanları bireysel ve ferdî liderler etrafında bir araya getirme imkânı kalmamıştır. Bu durumda kurumsal yapılar öne çıkmıştır. İnsanlar artık liderlerin etrafında değil kurumları içinde bir değer ve statü, güç ve kuvvet kazanmakta ve güçlü kurumlarla kendilerini güçlendirmektedirler. Bu alamda eskiden olduğu gibi devlet padişahtan ibaret değildir, en güçlü ve en geniş kurumdur ve geliştirdiği kurumsal yapılarla kendisini daha da güçlendirmektedir. Eskiden padişahlara dayananlar güçlü olurlarken, günümüzde padişahlar bile güçlü kurumlara dayanarak gücünü korumakta ve gücünü göstermektedir. Bu sebepledir ki Bediüzzaman Said Nursi 1922 yılında ısrarlı davetler ile çağrıldığı TBMM’de “Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevi daha metindir” demiş ve TBMM gibi güçlü bir kurum etrafında bir araya gelmeyi ve “Allah’ın ipine sarılmak” olarak izah etmiştir. Bu emir gereği toplumun bölünmelere sebep olmadan bir arada yaşamasının ancak Milletin Meclisinde temsil edilerek meseleleri müzakere etmelerinde ve bu meclisin de milletin milli ve manevi değerlerini korumalarında bağlı olduğunu ifade eder. Bunu da “Meclis Şeâir-i İslamı” koruma vazifesini de yapmalıdır” şeklinde ifade eder. Devletin bu kurumsal yapıyı güçlendirme yoluna gitmesini tavsiye etmiştir ki milleti temsil eden TBMM “Cemaatin ruhu olan şahs-ı maneviyi” güçlendirsin. (Tarihçe-i Hayat, 2006, s. 225.)
Zamanımızda cemaati güçlendirmenin ve cemaat oluşturmanın yolu bütün inananlara hitap eden güçlü kurumsal yapılar oluşturmak ve inananları bu güçlü kurumlar etrafında bir araya getirmekten geçmektedir. Peygamberimiz (sav) bu hususa dikkatlerimizi çekerek “Mü’minler bir vücudun azaları gibidirler. Bir organ hastalanır ve zarar görürse bütün vücut onun ile ilgilenir” (Buhari, Edeb, 27; Müslim, Birr, 17) buyurarak atomların, moleküllerin, hücrelerin, organların bir araya gelerek bir ruh etrafında birleştiği gibi, bireyler, kurumlar ve kuruluşlar etrafında bir amaç ve hedef için bir araya gelmemizi istemiştir. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Kuvvetli bir bina gibi saf tutarak cihat eden mü’minleri sevdiğini” (Saf Suresi, 61:4) söylemektedir. Bu ayette kurumsal yapıları oluşturan binalardan bahsedilmesi enteresandır.
Yine peygamberimiz (sav) “Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır” (Müsned-i Ahmed, 4:145) buyurur. Cemaatle bir araya gelerek yapılan ibadetlerin sevabının bireysel ibadetlerden 27 derece daha üstün olduğunu (Buhari, Ezan, 30; Müslim, Mesacid, 42; Ebu Davud, Salât, Hadis No: 1153; İbn-i Mâce, Mesâcid, 16, Tirmizi, Salât, 245.) belirtmekte ve mutlaka bireysel ibadet ve faaliyet yerine cemaatî ve kurumsal hizmetlere dikkatimizi çekmektedir.
Cemaat ve Kurumsal Yapılar
Cemaat bir kurumsal yapıdır. Bediüzzaman hazretleri “Zaman cemaat zamanıdır” ifadesini kurumsal bir yapı olan “Büyük Millet Meclisinde” söylemiştir. Ondan sonra da bunu her defasında tekrar etmiştir. Yoksa cemaat “liderlere ve belli şahıslara bağlı küçük guruplar” demek değildir. Bu yine Bediüzzaman’ın TBMM’de söylediği gibi kurumsal bir yapı etrafında birleşilmezse o zaman isim ve resimden ibaret olan başka isimlerde ortaya çıkan küçük gruplar “İnşikak-ı asaya” sebebiyet verir. Bu da “Allah’ın ipine hep beraber sarılın. Bölünüp parçalanmayın” ayetine zıttır” buyurur. (Tarihçe-i Hayat, 2006, s. 224-225.)
Kurum, kurulu bir sistem ile çalışır. Sistem prensipler mecmuasıdır. Konulmuş olan prensipler “Taksimu’l-Â’mal ve Teşrik-i Mesai”yi hayata geçirir. Bununla beraber kurumda çalışanlar kurumun yazılı normlarında bulunmayan hususlarda yapacakları işleri istişare ile karar altına alırlar ve uyum içinde çalışarak kurumun başarısını artırırlar. Kurumun yapısına ve amacına uygun olarak sistem içinde çalışanlar kendisine bir iş, çalışma ve hizmet imkânı bulabilir. Kurumlar yapacakları işe ve hizmete göre farklı sistemler kurarlar. Sistemi işletecek olan o işi bilen kişilerdir. Hedeflerini, prensiplerini belirler ve çalışma esaslarını ortaya koyarak iş bölümü yaparlar.
Kurumlar hizmet ve iş odaklı olarak kurulur ve yapılandırılırlar. Kurumların işleyişi teknik bir konudur. Yapılan hataların yüzde sekseni teknik sistemi kuruma uygun bir şekilde kuramamaktan kaynaklanır. İnsan hatası olan yanlışlar genellikle yüzde yirmiyi geçmez. Kurum içinde insanlar kabiliyetlerine göre görevlendirildikleri ve liyakate göre terfi ettikleri sürece işler düzgün şekilde yürür. O kurumda terakki ve tekâmül eder.
Bediüzzaman’ın ifadesi ile “zaman cemaat zamanıdır.” Yani işler ve hizmetler kurumsallaşmalı, kurumsal yapılar içinde bireyler kabiliyetlerine göre hizmet etmeli ve kurumun amacını gerçekleştirmeye çalışmalıdırlar.
Bu manada STK’lar ve Vakıflar hizmet amaçlı oluşturulmuş kurumlardır. Gücünü şahıslardan değil, temsil ettikleri fikirlerden ve yaptıkları hizmetlerden alırlar. Bireyler bu sistem içerisinden değer ve statü kazanırlar. Bireylerin tek başına hizmeti yoktur, ancak vakfın ve kurumun temsilcisi, üyesi ve yönetiminde olmakla belli bir gücü temsil etmiş olurlar. Güçleri şahıslarından kaynaklanmaz; kurumlarından kaynaklanır. Kurumun yönetiminde ve hizmetinde olmakla kazandığı temsil rolünü ve kurumun hizmetini kendi şahsına mal ederse, o zaman kurumu kendi çıkarlarına kullanmış ve şahsi emellerine alet etmiş olur. Bediüzzaman’ın ifadesi ile “bir cemaatin sa’yleri ile hasıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleri ile terettüp eden bir şerefi ve fazileti o cemaatin reisine ve üstadına vermek hem cemaate, hem o üstat ve reise zulümdür. Çünkü enaniyeti okşar ve zulme sevk eder.” (Lem’alar, 2005, s.327.) “Şerefler, müspet hayırlar, maddi-manevi ganimetler orduya, cemaate verilir; tevzi edilir; kusurlar, menfî icraatlar başa, reise verilir.” (Emirdağ Lâhikası, 2006, s. 487.) Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu bu kurallar geneldir ve herkesi bağlar ve her yerde uygulanabilir.
Bu zamanda hizmet şahısların gücü ile değil, kurumların gücü ile yapılabilir. Avrupa ve ehl-i dalalet kurumsal yapıların bu gücünü keşfettikleri için maddi-manevi hizmetlerini de tahribatlarını da kurumsal yapılarla, cemaat suretinde yapmaktadırlar. Bediüzzaman bu hususa dikkatleri çekerek “İhlâs Risalesi”nde “Ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüt sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmenin” (Lem’alar, 375.) ihlâsın ve şartların gereği, başarının da önemli bir şartı olarak ortaya koymuştur.
Ehl-i dalaletin cemaat yapılanması “Tarikat” tarzında olmadığı, kurumsal olduğu herkesin malumudur. Bediüzzaman siz de şahıslara bağlı tarikat benzeri bir cemaat oluşturun demediği de malumdur. O zaman kurumsal yapılara ağırlık vermek gerekecektir.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri 1940’lı yıllardan sonra Kastamonu hayatında talebelerine yazdığı mektuplarında zamanın ve şartların gereği olarak şahsa bağlı olmayan ve kurumsal bir yapı olarak cemaatten bahsetmiş ve talebelerini cemaate, şahs-ı manevilere ve kurumsal yapılara yönlendirmiştir. “Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı manevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı. Hususan benim gibi bir biçarenin kıymetinden bin derece ziyade ehemmiyet vermekle, bir batmanı kaldırmayan zayıf omuzuna binler batman ağırlığı yüklense, altında ezilir” (Kastamonu Lâhikası, 2006, s. 19, 197.) ifadeleri ile talebelerini şahsına değil, kurumsal yapılara yönlendirmiştir. “Şahs-ı mânevî” şahıslardan oluşan, şahsa bağlı olmayan şahıstan başka bir şeydir. Şahıslar bir bedenin azaları gibi bu kurum içinde kendine has özellikleri ile bağımsız; ama bedenin tamamına bakan yönleri ile bağımlıdır. Kendi işini yaparken beden içinde diğer işlere de yardımcı olur ve bütünlük içinde daha yüksek amaçlara hizmet ederler.
Eski zamanda kurumsal yapılar bu günkü kadar gelişmediği için cemaat kavramı “tarikat” şeklinde yapılanmıştır. Şahıs ön planda bulunuyordu ve bu şahsa bağlı yapılara “Tarikat” adı veriliyordu. Bediüzzaman hazretleri bu durumu şöyle izah eder. “Gavs-ı Âzam Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabânî gibi hem şahsen, hem vazifeten büyük ve harika zatlar, kıymettar irşâdatlarıyla ve eserleriyle “Ümmetimin alimleri İsrailoğullarının peygamberleri gibidir” hadisini fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan, hikmet-i Rabbaniye onlar gibi feridleri ve kudsî dâhileri ümmetin imdadına göndermiş. Şimdi ise, aynı vazifeye, fakat müşkilâtlı ve dehşetli şerait içinde, bir şahs-ı mânevî hükmünde bulunan Risaletü’n-Nur’u ve sırr-ı tesanüdle bir ferd-i ferid mânâsında olan şakirtlerini bu cemaat zamanında o mühim vazifeye koşturmuş. Bu sırra binaen, benim gibi bir neferin ağırlaşmış müşiriyet makamında ancak bir dümdarlık vazifesi var” (Kastamonu Lâhikası, 20.) buyurarak bu zamanda cemaatî, yani kurumsal yapılarla ancak tesirli ve etkili hizmetlerin olabileceğini vurgular.
Her zamanın bir hükmünün olduğunu müteaddit yerlerde vurgulayan Bediüzzaman hazretleri “Şu zaman, bazı ihtiyarlanmış âdâtın mevtine ve neshine hükmediyor. Mazarratlarının menfaatlerine olan tereccuhu, idamına fetvâ veriyor” (Eski Said Dönemi Eserleri, 2009, Münazarat, 273.) buyurarak zaman ve şartların neshettiği ve uygulama imkânının kalmadığı veya zararı faydasına galebe çaldığı hususların yeniden gözden geçirilmesini ister.
Sonuç olarak Bediüzzaman zaman ve şartları nazara alarak esastan taviz vermemek ve esasa ilişmemek şartıyla uygulamaya dönük, sosyal hayata bakan hususlarda zamanın şartları gereği kurumsal yapıların yeni şartlara göre şekillenmesi gerektiğini ısrarla vurgulamaktadır. Bu yapılmadığı zaman yapılan hizmetler başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Bu başarısızlık esastan ve sistemden değil uygulamadaki eksiklik ve yanlışlıktan kaynaklanır.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin Teşekkülü
Peygamberimiz (asm) vefatından önce “İslamiyet Şahsiyet-i Maneviyesi”nin oluşturmak için “Ben sizlere iki şey bırakıyorum. Onlara uyarsanız kurtulursunuz. Allah’ın kitabı ve bemim sünnetim” (Tirmizî, Menâkıb: 31; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3:14, 17, 26; Bediüzzaman, Lem’alar, 2011, s. 44.) buyurarak şehıslara bağlı bir cemaat değil, Kur’an ve Sünnet’e, Kur’an ve Sünnetin ortaya koyduğu prensiplere bağlı bir cemaat, bir şahs-ı manevi oluşturulmasını tavsiye buyurdu.
Peygamberimizin bu tavsiyesi gereği “Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabiin” prensiplerini oluşturdular. Eş’ârî ve Maturudî “İnanç ve İtikadî” prensipleri sistemleştirdi, İmam-ı Azam, Şafii, Maliki ve Hanbelî de amel ve ibadete ait Kur’an ve Sünnetin prensiplerini “Farzlar, Vacipler, Haramlar, Sünnetler, Mekruhlar, Mübahlar” olmak üzere sistemli hale getirdiler. Daha sonra onların takip ettiği metodu ve sistemi takip eden İslam bilginleri “Mezhepler” adı verilen şahsa değil prensiplere bağlı olan “Şahs-ı Manevileri” oluşturdular. Ümmet bu prensiplere sahip çıkarak Allah rızasını kazandıracak olan inanç ve ibadeti takip ederek “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” denen tüm müslümanların gidebileceği “Cadde-i Kübrayı” oluşturdular.
Peygamberimiz (asm) “Allah’ın rahmet eli cemaât ile beraberdir” (Tirmizî, Fiten, 7.) buyurur. Hz. Peygamber’in (asm) cemaatı tavsiye etmesi ve azaptan kurtaracak firka-ı nâciyenin cemaât olduğunu söylemesi, cemaât’ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (asm) bunu gizli bırakmamış açıklamış ve şöyle buyurmuştur: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir” buyurmuştur. O topluluğun kimler olduğu sorulunca “Benim ve ashabımın yolunda olanlar” diye cevaplamıştır. Başka bir rivâyette “Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size ‘sevâdu’l a’zam tavsiye ederim” (İbn Mâce. Fiten. 8.) buyurmuşlardır.
Sevâdı’l-a’zam’ı ise İslam alimleri “Sırât-ı Müstakim” üzere görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir. (İbnü’l-Esir, El Bidaye ve’n-Nihâye, 2: 419.) Sevad-ı azam olan cemaat Abdullah b. Mübarek’e (ra) göre Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer’dir. (ra) (Tirmizi, Fiten, 7.) İmam Tirmizi bu nedenle “Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir.” (Tirmizî, Fiten, 7) demiştir.
Şehristaniye göre de cemaat “Sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur.” (Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, 1: 47.)
Günümüzde Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin Temsilcisi Bediüzzaman’dır.
Asrımızda Bediüzzaman da şahsa bağlı olmayan ve “Şahs-ı Manevi” denen tüm mü’minlerin rahatça gidebileceği Ehl-i Sünnet’in Cadde-i Kübrasını korumak için Risale-i Nur eserlerini te’lif etti. Zira ehl-i dalalet ve zındıka bu yapıyı bozarak müslümanların itikat ve inançlarını bozmaya ve ibadet ve ahlakı tahrip etmeye var güçleriyle çalışmakta ve taarruz etmektedirler.
Bediüzzaman’ın tarif ettiği ve oluşturmak istediği cemaat “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”in yeniden tesisidir. Nitekim cemaat belli şahıslara bağlı küçük gruplar değil, prensiplere ve dine bağlı “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” denen “Fırka-i Naciye” olan “Cadde-i Kübra”da yürüyen tüm müslümanlardır.
Bediüzzaman bunu şöyle tarif eder: “Evet, biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız evvelâ kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebediden ve daimî, berzahî haps-i münferidden kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhaya vesile olan zındıkaya karşı Risale-i Nur’un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhafazadır.” (Tarihçe-i Hayat, 2011, s. 852.)
Bediüzzaman “Cemiyet kurmakla itham edilerek çıkarıldığı mahkemelerdeki müdafalarında da şöyle diyordu: “Evet biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki; her asırda üç yüz milyon dahil mensupları var ve her günde beş defa o mukaddes cemiyetin prensipleriyle kemâl-i hürmetle alakalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar ve “Mü’minler kardeştir” kutsi programıyla birbirinin yardımına dualarıyla ve manevi kazançlarıyla koşuyorlar.
İşte biz bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız ve hususi vazifemiz de Kur’ânın imâni hakikatlerini tahkiki bir surette ehl-i imana bildirip onları ve kendimizi idam-ı ebediden ve daimî haps-i münferitten kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasi ve entrikalı cemiyet ve komiteler ile münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz. (Tarihçe-i Hayat, 497.)
Bu ifadeler Bediüzzaman’ın cemaatten de cemiyetten de anladığı ve tarif ettiği şeyin Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olduğunu göstermektedir.
İslam Tarihinde Cemaat Anlayışının Ortaya Çıkması
Hz. Peygamberin (as) vefatından sonra Hilafet Dönemi başladı. Bu dönemde Hz. Ebubekir (ra) Hz. Ömer (ra) ve Hz. Osman (ra) zamanında müslümanlar her bakımdan emniyet, güven ve huzur içinde idiler. Ancak zamanla seçkin sahabelerin azalması, yeni müslüman olanların kısm-ı azamının İslam’ın iman hakikatlerini tam olarak anlayıp özümsememeleri, ibadet ve ahlak hayatındaki gevşeklik ve dinin dünyaya alet edilmesi sonucu fitne ve anarşi ortaya çıktı ve bu Hz. Osman’ın şehadetini netice verdi. (H. 35/ M. 656) Hz. Ali (ra) bu fitneyi ortadan kaldırmak için çok çalıştı ancak fitne gittikçe artarak devem etti.
İslam tarihinde “cemaat” kelimesinin kullanılması Hz. Hasan’ın (ra) hilâfeti Hz. Muaviye’ye devrettiği seneye rast gelir. Hz. Hasan’ın saltanat hilafetini Hz. Muaviye’ye devrederek “Manevî Hilafet” olan hakaik-ı imaniye ve islamiyeyi ve dini korumayı amaç edinmesi ve saltanattan feragati ile siyaseti dinden ayırması müslümanların birliğini sağladığı ve pek çok ihtilafı ortadan kaldırdığı için bu seneye “Senetü’l-Cemaa” denilmiştir. (H.40 /660-661.)
Hz. Hasan’ın (ra) hilafeti devretmesinden sonra fitnenin siyasi yönü bir derece azalmış ise de fikir ve inanç konusundaki tartışmalar devam etmiştir. Her iki tarafın ifrat ve tefritle taasupları sonucu fikrî ve itikadî ihitlaflar derinleşerek devam etmiştir.
Bu dönemde Hz. Ali (ra) başta olmak üzere Hz. Hasan (ra) Hz. Hüseyin (ra) Abdullah b. Ömer (ra) gibi seçkin sahabeler daha sonra İbrahim en-Nehâî (v. 96/714) Hasenü’l-Basrî (v. 110/728) ve İmam-ı Azam Ebu Hanife (v. 150 /767) müslümanların inanç ve ibadetlerini korumak için gerekli olan irşad ve ilmî çalışmaları yaparak “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” mezhebinin teşekkülünün temellerini atmışlardır.
Yine bu dönemde ortaya çıkan fırkalar hakkında görüş beyan eden, Kur’an ve Sünnet çerçevesinde ehl-i bid’a görüşlerin yanlışlarını ortaya koyan Hasen-i Basrî (ra) olmuştur. O Emevî idarecilerini tenkit etmiş, yaptıkları yanlışları ortaya koyarak muhalefetini açıkça belirtmiştir. Zalim idareciye her konuda itaat edilemeyeceğini söylemiş ve “Allah’a isyan sözkonusu olunca mahluka itaat edilmez” (Buhâri, Ahkam, 1; Müslim, İmâre, 39; Ebû Dâvud, Cihâd, 40, 87; Nesaî, Biat, 34; İbn Mace, Cihad, 40.) demiştir. Ancak bu asayişi bozmak, fitne çıkarmak ve isyan etmek anlamında olmadığını belirterek “Müspet Hareket” metodunu da göstermiş, böylece “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin” itidalli, istikametli “Sırat-ı Müstakim” olan yolunu ve Müspet Hareket Metodunu da belirlemiştir. (Mesudî, Mürucu’z-Zeheb, 111, 201.)
Hasen-i Basrî (ra) siyasi otoriteyi ellerinde tutanların adil davranmamaları sebebiyle zalim olabileceğini belirtmiş Peygamberimizin (asm) fitne zamanında alimlerin tavsiyelerine uyulması konusundaki hadislerine dayanarak “Sizden olan ulu’l-emre itaat edin” (Nisa Suresi, 4:59.) ayetinde emredilen itaatin İslam ümmetinin manevi dinamiğini temin eden âlimler, fâkihler, yani hukukçular olduğunu, ilmin ve hukukun üstünlüğünün esas alınması gerektiğini ifade etmiştir. (İbn-i Kesir, Tefsir-i Kur’an-ı Azim, 2:303.)
Ehl-i Sünnetin İslam bilginleri Sahabelerin fitne çıkmadan önceki halini esas almışlar ve fitne çıktıktan aonra da sahabelerin ekseriyetinin icma ettiği hususları ölçü almışlardır. Kendilerini diğer bid’a fırkalardan ayırmak için “Ehl-i Sünne” “Ehl-i Cemaa” “Ehl-i Hadis” “Ehl-i Sünne ve’l-İstikame” ve “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaa” gibi isimleri kullanmışlardır. “Ehl-i Sünne” ismini ilk kullanan Muhammed b. Sirin’dir. (v.110 /728.) Ahmed b. Hanbel (ra) (v.241/855) ise “Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa ve’l-Âsâr” ifadesini tercih etmiştir. “Ehlu’l-Hak ve’l-Cemaa” ismini ilk Ebu’l-Leys es-Semerkandi (v. 373/898.) “Şerh-u Fıkh-ı Ekber” isimli eserinde kullanmıştır. (İbn-i Ebî Ya’lâ, Tabakatu’l-Hanâbile, Kahire-1952, 1:31.)
Ehl-i Sünnet Ümmetin Ekseriyetidir
Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamberin (asm) ve ashabının yolunu takip eden mü’minlerin çoğunluğudur. Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa bid’a fırkalarına karşı sünneti savunan, bid’atçıların ortaya attığı meseleleri dini açıdan değerlendirip çürüten, dindeki hak ve hakikati ortaya koyan ve mü’minleri irşad edip istikamete sevk eden cumhur-u ulema ve fukahadır.
Hz. Peygamber (asm) bir hadis-i şeriflerinde “Yahudiler yetmiş bir fırkaya, Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrılmışlardır. Benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaklardır. Bunlardan biri hariç diğerleri cehennemdedir” (Ebû Dâvûd, Sünne, 1; Tirmizî, İman, 18; İbn Mace, Fiten, 17; Ahmed b. Hanbel, 2: 332; 3: 145; Hakim, Müstedrek, 4:430.) buyurmuşlardır. Bu hadis-i şefif Sahihayn denen Buhari ve Müslüm’in şartlarına uygun mütevatir bir hadis olup on ayrı sahabeden rivayet edilmiştir. Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) ümmetin böyle fırkalara ayrılacağını haber vererek buna göre istikameti belirleyecek tedbirleri almışlardır. Bu sebeple onların zamanında fitne olmamıştır.
Daha sonra bilhassa Abbasiler zamanında ehl-i bid’a ve dalalet fırkalarından olan Mutezile akılcı yaklaşımları ile devlete hakim olup Ehl-i Sünnet ulemasına büyük sıkıntılar yaşatmış, “Halk-ı Kur’an” meselesinde Ahmed b. Hanbel’i hapse atarak işkenceler yapmışlardır. Ancak zaman içinde hak galip gelerek Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin istikametli yolunda giden ümmetin ekseriyeti Şia, Havaric, Mutezile ve Cebriye gibi fırkaların erimesini sağlamışlardır. Daha sonra bu fırkalar bir fırka olarak devam etmemiş olsalar da fikirleri farklı şekilllerde zamanımıza kadar gelmiş ve zaman zaman da bazı alimlerin dillerinde ve fikirlerinde ortaya çıkmıştır.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Şu fırkalar, eğer, çendan bir hizip olarak görünmüyor, fakat efkârda tahallül ederek münteşiredir. Herkesin dimâğında onların meylettiği mesleğe meyelân bulunabilir. Hatta, eğer bir dimağ büyütülse, maânî tecsim edilir ise, şu fırak sinematografvârî o dimağda temessül ettiği görülecektir” (Eski Said Dönemi Eserleri, Münazarat, s. 216.) ifadeleri ile bu hususa açıklık getirmiştir.
Peygamberimizin Ümmetini Bid’alardan Sakındırması
Hz. Peygamber (asm) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid’at olduğunu her bid’atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, Sünne, 5.) Bidatın din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer’î delîlin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir.
Ehl-i Sünnet’in ortaya koyduğu itikada aykırı davranan ama ehl-i kıble olan kimseye de “bid’atçı” denir. Bunlar Cebriye, Kadetiye, Rafiziler, Hariciler, Mutezile ve Müşebbihedir. Bunların her biri on iki gruba ayrılmışlardır. Böylece yetmiş iki fırka oluşmuştur. (Seyyid Şefir Cürcani, Ta’rifat, 40-43.) Bid’at ise Peygamberimizden (asm) nakli meşhur olan itikat ve ibadetin aksini itikat edip savunmaktır. Ancak bunlar kıbleye dönüp namaz kıldıkları ve kendilerini müslüman sayıp Kur’an’a inandıklarını söyledikleri sürece tekfir edilmez ve İslam dairesinin haricine atılmazlar. Ancak Kur’an-ı Kerim ile sabit olan bir şeyi inkar ettikleri zaman İslam dairesinden çıkarlar. (Haşr-i cismaniyi, kaderi ve tesettür ayetini inkar etmek gibi…)
İnançla ilgili konular kesin delil ve nasslarla tespit edildiği için itikad şüphe ve tereddüt kaldırmaz. Fıkhî konularda ve ibadete ait hususlarda bir mezhebin müçtehitleri hata da etseler inançlarına zarar gelmez; ancak imanla ilgili konular böyle değildir. İtikadi konuda bir bid’atçı haklı olabilir denemez. Hanefi fukahasının ileri gelenlerinden İbn-i Abidin (M. 1784-1836.) bu konuda şöyle der: “İtikad ve inançla ilgili meseleler hiç kimseyi taklit etmeksizin her mükellefin inanması vacip olan meselelerdir. Bizim inancımız Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattir. Onlar da Selef-i Salihin, Eş’arîlerle Maturudilerdir. Bu mezhepler itikat noktasında birdirler. İhtilafları aynı itikadi meselenin ifade tarzındadır. Bu sebeple ihtilafları lafzîdir. Bizim mücadelemiz küfre varan itikadi meseleleri ortaya atanlardır. Alemin kadîm olduğunu iddia etmek, peygamberin (asm) sünnetinin inkarı gibi. Bir kısmı da küfre varmayan itikadi meselelerdir ki bu da Kur’an’ı Allah kelamı olduğunu kabul ile beraber mahluk olduğunu iddia etmek, Allah’ın hayrı murad ettiğini ama şerri murad etmediğini ve yaratmayacağını iddia etmek, şerrin yaratılışını insana ve şeytana vermek gibi… Rafizilere ve ehl-i bid’aya benzememek ve muhalefet etme gerekir. Onlara benzemek ve onlar gibi düşünmek ve inanmak caiz değildir.” (İbn-i Abidin, Reddü’l-Muhtar, 1: 48-49; 5:472.)
Bid’atçı Fırkaların Ortaya Çıkması
İlk olarak bid’at fırkalarının ortaya çıkışı Hz. Ali’nin (ra) hilafeti dönemindedir. Şehristânî (v.549/1154) “El-Milel ve’n-Nihal” isimli kitabında, İbn-i Hazm (v.457/1065) “El-Fısal” isimli kitabında mezhepleri Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Mutezile, Mürcie, Şia ve Hariciler olmak üzere beş temel grupta toplamış bunlardan”Ehl-i Sünneti” ehl-i hak ve istikamet, diğerlerini ehl-i bid’a ve batıl ehli olarak isimlendirmiştir. (Şehristânî, 1:15; İbn-i Hazm, 2: 113.)
Hz. Ali (ra) zamanında siyasi amaçlarla ilk çıkan fırka Hariciler olmuş, onu Hz. Ali taraftarlığını iddia ederek ortaya çıkan İbn-i Sebe’nin tahrik ettiği Şia olmuştur. Yemenli bir Yahudi olan Abdullah İbn-i Sebe müslümanlar arasında düşmanlığı tahrik etmek için Hz. Ali (ra) taraftarlığını işleterek Yahudi ve Mecusi kültüründen gelen sapık düşünceleri müslümanlar arasında atarak fitne tohumları ektiler. Hicrî II. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında yaygın hale gelen dinî, siyasi, itikadi ve fıkhî görüşler fikir anarşisini doğurarak Kur’an ve Hadisi kendi akıllarına göre yorumlayarak müslümanları inançlarından ve ibadetlerinden şüpheye düşüren ehl-i bid’a fırkalarına karşı Peygamberin (asm) ve ashabının inanç ve itikadını, istikametli yolunu savunmak için İslam bilginleri ve ilimî üstünlğkleri ile müçtehit seviyesine çıkan imamlar “Ehl-i Sünnet” inancını sistemleştirmişler ve ehl-i bid’anın farklı kültür ve inançlardan etkilenen, heva ve hevese dayanan görüşlerini ilim, akıl, Kur’an ve Sünnet çerçevesinde çürütmüşlerdir. Bunların başında Hasen-i Basri, İmam-ı Azam, Süfyan b. Uyeyne, Süfyan-ı Servi, İmam-ı Şafii, Ahmed b. Hanbel, İmam-ı Malik, Maturudi, Nesefî, Eş’ârî (Radiyallahü anhüm ecmain) gelmektedir.
Ehl-i sünnet, önceleri; “Ehl-i Sünnet-i Hassa” olarak bilinirdi. Daha sonraları “Ehl-i Sünnet-i Âmme” adıyla şöhret buldu. Gerçek şu ki; Kur’an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan, onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya “Selefiyye” ve “Ehl-i Sünnet-i Hâssa” denildi. Hakkında nass, sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe akli yorum ve te’vile giden Eş’âriyye ve Mâtûridîyye mezhebine ise “Ehl-i Sünneti Âmme” adı verildi. (İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlmî Kelâm, s.97.)
Maturidîler ile Eş’ariler arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır. (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, 146.) Bu ihtilafda inanç ve itakatta değil, lafızda, yani inancı ifade şeklindedir. Bunlar da iki elin parmaklarını geçmez. Bu sebeple Ehl-i Sünnet inancı mü’minlerin ittifak ettiği hususları ihtiva eder.
Ehl-i Sünnet âlimleri; Başta İmam Eş’ârî, İmam Mâturîdî olmak üzere, İmam Gazâlı, Fahriddin-i Râzı, Sadeddin-i Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî gibi büyük allamelerdir. Zamanla Ehl-i Sünnetin hak olan mezhebi ve görüşleri daha sonraki asırlarda gelen alimlerin onları haklı bulup anlatması ve yorumlaması ile büyük bir cadde halini alarak İslam’ın Cadde-i Kübrasını teşkil etmiş. Ehl-i Bid’a olan Mutezile ve Şia’nın görüşleri bir zamanlar devletin resmi mezhebi ve görüşleri olarak topluma zorla kabul ettirilmeye çalışılmasına rağmen devam etmemiş, azınlık olarak kalmış ve Şia dışındaki mezhepler tüm müntesiplerini kaybetmiştir. Şia ise siyasi bir mezhep olup azınlık bir grup olarak varlığını İran’ın resmi mezhebi olarak sürdürmüştür.
Ehl-i Sünnet Mezhepleri Birbirine Bağlıdır
Ehl-i sünnetin mezhepleri siyâsî, fıkhî ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar. Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir. Meselâ; fıkhî ve ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi’dir. Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî’dirler. Ehl-i Sünnetten Şafîi ve Maliki olanların çoğu itikatta Eş’âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler. Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b. Hanbel, Mâtûridî, Eş’âri, Ebû Bekr Bakıllânı, Abdulkâdir Bağdâdi, İmamu’l-Harameyn-i Cüveyni, İmam Gazzâli, Fahreddin Râzî ve Kadı Nasıruddin Beyzâvi gibi âlimler, daha sonraları ehl-i sünnetin önde gelen diğer simâlarıdır.
Abdulkâdir el-Bağdâdi’ye göre, ehli sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir:
1. Ehl-i bid’atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri,
2. Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları,
3. Muhaddisler, yani Hadis uleması,
4. Ehl-i bid’ate meyletmeyen sarf, nahv, lugat ve edebiyat âlimleri,
5. Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,
6. Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,
7. Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler,
8. Ehl-i sünnet akîdesinin yayıldığı memleket ahalisi. (Bağdâdı, el-Fark beyne’l-Fırak, s. 313-318; Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi s.109-110.)
İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir hayat tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslâm’ın hayata tatbikidir. İtikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed’in (asm) ana çizgisi ve itidalidir.
Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerimde “Ey Habibim! Biz sizi ifrat ve tefritten uzak istikamet üzere olan vasat, orta bir ümmet yaptık. Ta ki insanlara örnek ve şahit olasınız. İnsanlar istikamet ve orta yolu size uymakla bulsunlar. Siz de Allah’ın hükümlerini uygulamada insanlara şahit olun, peygamber de sizin istikametinize şahit olsun.” (Bakara Suresi, 2: 143.) buyurur. Bu ayette ifadesini bulan cemaat ve ümmet Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olmuştur.
Peygamberimiz (asm) bir gün sahabelerini topladı ve toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: “İşte bu, Allah’ın yoludur.” Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi. “Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Herbirinin başında ona çağıran bir şeytan vardır” buyurdu ve şu âyeti okudu: “İşte benim dosdoğru yolum budur; siz de ona uyun. Başka yollara sapmayın ki fırkalara bölünerek Allah’ın yolundan ayrılmayasınız. Allah’ın emirlerine ve yasaklarına uyasınız ve Rabbinize karşı gelmekten sakınasınız diye Rabbiniz bunları emretti.” (En’âm Suresi, 6:153.) (İbn Mâce, Mukaddime, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1:435). Hz. Peygamber (asm) burada dinde sağa sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.
İmam Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta’tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur. Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe, mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve’l cemaat’e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir. (Tahâvi, Şerhû Akidetü’t- Tahaviyye, 586-588.)
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in Temsilcisi: Bediüzzaman Said Nursi
Asr-ı saadette herhangi bir problem ortaya çıktığı zaman ihtilafa yol açmadan kolayca halledilirdi. Çünkü Peygamber (sav) en az günde beş defa müslümanlarla bir araya gelip onlarla birlikte karşılaştıkları problemleri gözden geçiriyordu. Peygamberi aşan bir mesele ortaya çıktığı zaman hakkında vahy-i ilahi nazıl olup onu açıklıyordu. Peygamber (sav), vefat ettikten sonra birçok meselelerde ihtilaf başgösterdi. Bu sebeple ibadet ve hukuk alanında mezhepler oluştuğu gibi inanç sahasında da fırkalar meydana geldi. İnanç sahasındaki fırkalar; Mu`tezile, Şia, Havarıç, Neccariye, Müşebbihe, Mürcie, Cebriye ve Ehl-i Sünnet olmak üzere sekiz sınıfa ayrılmıştır.
Ehl-i Kıble Tekfir Edilemez
Ehl-i Sünnet dışındaki mezhepler kendileri gibi düşünmeyen kimseleri hemen dinden çıkmak ve kafir olup küfre girmekle ittiham ederler. Ehl-i Sünnet “Mü’minler kardeştir” (Hucurat Suresi, 49:10.) ilahî prensibine dayanarak inandığını söyleyen ve kıbleye dönerek namaz kılan hiç kimseyi küfürle itham etmezler. İmam Gazali “Bir kimseyi tekfir etmenin mânâsı, o kimsenin öldürülmesinin mübah olmasına ve âhirette ebedî olarak Cehennemde kalacağına hükmedilmesi demektir. Tekfir edilenin malının alınması, kanının dökülmesi, Cehennemde ebedî kalmasına hükmedilmesi demek olup, hukukî neticeleri doğuran dinî bir hükümdür. Diğer dinî hükümler gibi, bu da bazan kesin, bazan zan ile bilinir. Bir insanın küfre girmesinde tereddüt varsa, küfürle itham etmeyip sükût etmek gerekir” (El İktisad fi’l-İtikad, 16, 46.) demektedir.
Hariciler ve Mutezile büyük günah işleyenleri küfürle itham ederler, “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyen kafirlerdir” (Maide Suresi, 5:44.) ayetini delil getirirler. Ehl-i Sünnet alimleri ise hükmün Allah’a ait olduğuna inanmamayı ve tasdik etmemeyi küfür alameti sayarlar, inandığı ve tasik ettiği halde amel etmemeyi fısk ve zulum sayarak Allah’a isyan olarak kabul ederler, “günahtır, haramdır” derler. Bediüzzaman da hükmetmemeyi tasdik etmemek şeklinde izah ederek ehl-i sünnetin görüşününü isabetini nazara vermiştir. (Münazarat, 1993, s. 124.)
Ehl-i Sünnet Kur’an-ı Kerimde yüce Allah’ın ““Size müslümanca selâm verenlere siz Müslüman değilsiniz demeyin” (Nisa Suresi, 4:94.) buyurduğunu delil göstererek müslümanca selam verenleri küfürle itham etmemek gerektiğini belirtirler. Peygamberimiz (asm) da “Lâ ilâhe illallah” diyeni tekfir etmeyi, kafir ve münafık demeyi yasaklamıştır. “Lâilahe illallah diyen kimseleri tekfir etmeyin. Böyle bir kimseyi tekfir edenler bilsinler ki onlar, küfre itham edilenden daha yakındır” (İsaru’l-Hak Ala’l-Halk, Ebu Abdullah İzzeddin Muhammed b. İbrahim El-Kasımî, 434-435.) buyurmuşlardır. Bu sebeple Ehl-i Sünnet uleması “Ehl-i kıbleyi tekfir etmekten Allah’a sığınmışlardır.”
Peygamberimiz (asm) “Kimse kimseyi fasıklıkla itham etmesin. Buna hakkı yoktur. Aynı şekilde küfürle de itham etmesin. Şayet küfür ithamında bulunur da, itham edilen böyle bir sıfatın sahibi değilse, bu sıfat muhakkak itham eden kimseye döner” (Buhari, Edeb, 44.) buyurmaktadır.
Başkasını küfürle itham etmeye çabuk cür’et edilmemesine dikkati çeken Bediüzzaman, birisinie lanet etmenin ve tekfir etmenin salih amellerden sayılmayacağını belirtmektedir: “Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-i şer’î var. Zem ve tekfir eğer haksız olsa büyük zararı var. Eğer haklı ise hiç hayır ve sevab yok. Çünkü zemme ve tekfire müstahak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-i şer’î yok.” (Emirdağ Lahikası, 1: 201.) buyurur.
Son olarak kendisini tekfir eden Haricîlerin kâfir olup olmadıklarını soranlara Hz. Ali (ra) “Tekfirden sakınınız” şeklinde cevap vermiştir.
Ehl-i Sünnet olsun ehl-i bid’at olsun kıbleye yönelerek namaz kılan bütün müslümanlara ehl-i kıble denilir. Ehl-i bid’at mezheplerinden bazısının diğer müslümanları tekfir etmesine rağmen, ehl-i sünnet’e, göre kim olursa olsun ehl-i kıbleden hiç kimse tekfir edilmez; onların arkasında namaz kılmamazlık edilmez; büyük günâh da işleseler onların cenaze namazı kılınır ve hayır dua edilir. (İbn Mâce, Cenâiz, 31; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2: 32.)
Ehl-i sünnet uleması ehl-i kıbleyi, “Kâbe’ye yönelerek namaz kılmanın farziyetini kabul edenler” diye târif etmiştir. Ali el-Kâfi (1014/1606) bunun için daha geniş bir tanım yaparak şöyle der: “Ehl-i kıble zarûrât-ı diniye üzerinde ittifak eden kimselerdir.” (Ali el-Karı, Şerhu’l-Fıkhı’l Ekber, 139.) Ehl-i kıbleyi, ehl-i sünnet ve ehl-i bid’at şeklinde ikiye ayıran âlimler Mutezile, Şia, Kerrâmiye, Mücessime, Müşebbihe, Mürcie gibi bid’at mezheplerini de ehli kıbleden saymışlar; fakat açıkça İslâm’ın temel nasslarını değiştiren, bozan, reddeden Batınîlik, Gulât-ı Şia, Hâriciye, Cehmiye, Bahâiye, Kadıyânilik, Ahmedîlik, Nusayrilik, Dürzilik gibi fırka ve mezhepleri ehl-i dalâletten saymışlardır. Çünkü bunlar arasında meselâ Hâricî Ezârika mezhebi gibi müslümanın kanını, malını, canını helâl sayarak birçok müslümanı katletmiş olanlar bulunmaktadır. İslâm da tekfiri, ayrılığı, bölük bölük fırkalara ayrılmayı, cedeli, te’vili, inanç esaslarının tartışılmasını ehl-i bid’at mezhepleri ortaya atmışlardır. Bunların içinde de, dalâlet ehli olanlar, hevâlarına uyanlar İslâm için en tehlikeli olanlardır.
Ehl-i Sünnet, namaz kılanların kim olursa olsunlar lânetlenmesini yasaklamıştır. (Buhâri, Edep, 44). Ancak fâiz yiyenler, tefecilik yapanlar böyle değildir (Buhâri, Libas, 86; Müslim, müsâkat, 19). Ayrıca ashâbı kesinlikle hayırla yâd etmek hakkında icmâ vardır; ancak Hz. Hüseyin’i Kerbelâ’da feci bir şekilde aile efrâdıyla birlikte şehid eden Yezid’e lânet etmek bunun dışında tutulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, 5:54, 57; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 33.)
İslâm’da “Ben müslümanlardanım” diyen her samimi insanın dokunulmazlığı vardır. Hiç kimse hakkında kötü zan beslenmez; “affetmekte hata cezâ da hatadan hayırlıdır” ilkesi esastır. Açıkça kelime-i şehâdet getiren ve kıbleye dönüp namaz kılan her müslüman, cemâattendir; bir insanın diliyle söylediğinin aksini yapana kadar ona inanılır; Hz. Peygamber’in bu konuda “Kalbini yarıp da baktın mı?” buyruğu esas alınmıştır. (Buhâri, Zekât, 1, Müslim, İman, 8.)
Bu açıklamalara göre imanın esaslarından birini kalben inkar etmedikçe hiç bir müslümana kafir denilemez. Kalben inkar edip etmediği ise ancak Allah’ın bileceği bir şeydir. Ehl-i bida da günahlarının cezasını çektikten sonra cennete girecektir.
Ehl-i Sünnetin itikat ve inancını İmam-ı Azam Ebu Hanife “Fıkh-ı Ekber” isimli risalesinde beyan etmiştir. Aliyyu’l-Kari de bu eserin geniş bir şerhini yazmış ve “Fıkh-ı Ekber Şerh-u Aliyyu’l-Kârî” adıyla şöhret bulmuştur. Saadettin-i Taftazanî’nin İmam Nesefî’nin “Akaid” isimli eserine yazdığı “Şerhu’l-Akaid” isimli eseri de meşhurdur. Bu eserlerde Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in inançla ilgili tüm meseleleri sistemli ve düzenli hale getirilerek açıklanmıştır.
Zaman içinde Ehl-i Sünnet inancına gelen itirazların tamamı da asrımızda Bediüzzaman Said Nursi’nin “Risale-i Nur Külliyatı” ile akıl, mantık ve ilmî delillerle çürütülerek “Tevhid” “Haşir” “Nübüvvet” “Miraç” “Rü’yetullah” “Ahiret” ve “Kader” ile ilgili tüm meseleler aklı ikna ve kalbi tatmin edecek şekilde izah ve ispat edilmiştir.
Risale-i Nurlarda Ehl-i Sünnet Müdafaasıdır
Kur’ân-ı Kerimi doğru olarak anlamak ve tefsir etmek için “Sahih ve sağlam inanca sahip olmak şarttır. İnancında ve itikadında eğrilik, yanlışlık ve bozukluk olanların Kur’an-ı Kerimi ve Hadis-i Şerifleri doğru anlaması ve yorumlaması mümkün değildir. Çünkü her şeye o bozuk inanç penceresinden bakıp, anlayıp yorumlayacağı için tüm yorumları yanlış olacaktır. Bir şeyin esası ve temeli bozuk olursa o her yere sirayet eder. Bir ağacın kökünde hastalık olsa tüm meyveleri de hastalıklı olacaktır.
Bu sebeple Zübeyir Gündüzalp Bediüzzaman’ın takdir ederek “Sözler” mecmuasının arkasına koyduğu “Konferans”ında “Kur’ân-ı Kerimi tefsir eden bir allâmenin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnetine ittiba etmiş olması ve ehl-i sünnet ve cemaat mezhebi üzere ilmiyle âmil olması ve âzami bir zühd ve takvâ ve âzami ihlâs ve dine hizmetinde âzami sebat, âzami sıdk ve sadâkat ve fedakârlığa, âzami iktisat ve kanaata mâlik olması şarttır” demektedir ki bu Bediüzzaman’ın böyle bir allame olduğunun ifadesidir. (Sözler, 2013, s.1220. )
1. Fırka-i Naciye-i Kâmile Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat Mezhebidir
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat için “”Fırka-i Naciye-i Kâmile” der. Peygamberimizin (asm) “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak birisi hariç hepsi cehennemliktir” (Ebu Davud, Sünnet, 1; Tirmizi, İman, 18; İbn-i Mace, Fiten, 17.) buyurduğu hadisini yorumlarken bu hadisin bir ihbar-ı gayb nevinden mucizesi olduğunu ve zamanla yetmiş üç fırkaya ayrıldığını ve içlerinden fırka-i naciye-i kâmile Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olduğunu haber veriyor” (Mektubat, 2012; s.181.) buyurur.
2. Savad-ı Azam Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattir
Peygamberimiz (asm) “Fitne zamanında size ‘Sevad-ı Azamı’ tavsiye ederim” (Aliyyu’l-Muttakî, Kenzu’l-Ummal, 1:1030; Mecmau’z-Zevaid, 5:218.) buyurmuşlardır. Sevad-ı Azam ise İslam bilginleri tarafından ümmetin ekseriyeti olarak yorumlanmıştır.
Sevad-ı azam siyasi olarak yorumlanamaz. Zira siyasetçiler ellerinde devlet gücü ve medya gücü ile insanları korkutarak veya yalan yanlış bilgilerle propoganda vasıtası ile aldatarak veyahut ümit verip beklenti içine sokarak çoğunluğun desteğini alabilirler; ancak bu geçicidir. Zaman içinde gerçekler ortaya çıkar ve halk aldatıldığını anlar.
Sosyal hayat bakımından sevad-ı azam, ekseriyet-i masumun maişeti basittir. Tegaddi besatetiyle onlara tâbi olmak sevad-ı azama tabi olmaktır. (Bediüzzaman, Sözler, 2004, s. 1178.) Bunun için Hz. Ömer (ra) ve Hz. Ali (ra) sofralarında kuru ekmek ve bir çeşit yemek bulunduruyor ve “Biz maişet cihetiyel ümmetin ekseriyeti olan sevad-ı azaman tabi olmakla emrolunduk. Bu gün ümmet-i Muhammed dofrasında iki çeşit yemek bulundurmuyor ve çoğunun sofrasında bal şerbeti gibi içeçekler yoktur” demişlerdir.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri yeğeni Abdurrahman’ın ifadesi ile Daru’l-Hikmet’ten yüksek maaş aldığı halde zarûretten fazla kendine masraf yapmıyordu. Maîşetçe neden bu kadar muktesid yaşıyorsun diyenlere cevaben, ‘Ben Sevad-ı Azama tabî olmak isterim. Sevad-ı Azam ise, bu kadar tedarik edebilir. Ben, ekalliyet-i müsrifeye tabî olmak istemem’ diyordu. (Tarihçe-i Hayat, 109.)
İnanç ve itikad bakımından sevad-ı azam ise ifrat ve tefritten uzak orta yol ve istikamet olan “Sırat-ı Müstakim” Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattir. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi (ra) “Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı.” (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, 805.) buyurmaktadır.
Bu ifade ile ifrat ve tefrit olan, aşırılığa kaçan Alevîlerin Rafiziliğe dayandığını, inanç ve ibadet konusunda lakayt durumda bulunan, inanç ve ibadet için devletin gücünü baskı unsuru olarak kullanmayan ve dini siyasete alet etmeyerek bu konuda hürriyeti esas alan Emevilerin “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” mezhebinde karar kıldığını ifade eder.
3. Sırat-ı Müstakim Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattir
Fatiha Suresinde “Sırat-ı Müstakim” sahipleri kimlerdir sualine Bediüzzaman Said Nursi hazretleri insanda bulunan akıl, şehvet ve öfke duygularının istikameti olan iffet, şecaat ve hikmet’ten doğan adl ve adalet olduğunu izah ve ispat etmiştir. Hikmetin ise tüm hayırların kaynağı olduğu “Kime hikmet verilmiş ise ona pek çok hayır verilmiştir.” (Bakara Suresi, 2:269.) ayeti ifade etmektedir. Bediüzzaman bu ayetin izahında
Halk-ı Ef’al meselesinde Cebir mezhebi ifrattır ki, bütün bütün insanı mahkum eder. İtizal mezhebi de tefrittir ki, tesiri insana verir. Ehl-i Sünnet mezhebi vasattır. Çünkü bu mezhep, beyne-beynedir ki, o fiillerin bidayetini irade-i cüz’iyeye, nihayetini irade-i külliyeye veriyor. Ve keza, itikadda da tatil ifrattır, teşbih tefrittir, tevhid vasattır.” (İşaratu’l-İ’caz, 2013; s. 46.) buyurarak halis tavhidi esas alan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebinin Sırat-ı Müstakim ashabının Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olduğunu ifade etmektedir.
3.1. Kader Konusunda Eh-i Sünnet istikamettir
Bediüzzaman yine kader meselesinde “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin sırat-ı müstakim üzerine olduğunu, ötekilerin ya ifrata veya tefrite maruz kaldıklarını ispat için, bazı münasebetlerin zikri lazımdır.” (İşartul-İcaz, 73.) buyurarak bu konuda ehl-i bid’a olan Mutezile ve Cebriye’nin görüşlerini çürüterek Ehl-i Sünnetin inancının doğru ve istikametli olduğunu ispat etmiştir. (İşaratu’l-İ’caz, 120-125.)
Yine Kader meselesinde “Cebrî gibi, sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen, veyahut Mûtezile gibi, kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin” ifadeleri ile Ehl-i Sünnetin istikamet ve itidal üzere olduğunu ve Kader konusundaki görüşlerinin doğru olduğunu izah ve ispat etmiştir. (Sözler, Kader Risalesi, 758.)
3.2. Hüsün ve Kubuh Meselesinde Ehl-i Sünnet İstikamettir
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: “Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur; nehyeder, sonra kabih olur.” Demek, emir ile, güzellik; nehiy ile, çirkinlik tahakkuk eder.” (Sözler, 437.) buyurarak hüsün ve kubuh meselesinde Ehl-i Sünnetin hak üzere olduğunu izah eder.
3.3. Akla ve Hayale Gelen Şeyler İmana ve İbadete Zarar Vermez
Akla ve hayale gelen vesveseler, imana aykırı fikirler ve çirkin şeylerin kişinin namazına ve imanına zarar vermediğini Bediüzzaman “Aynadaki yılanın sureti ısırmaz ve ateşin sureti yakmaz. Zira mantıkça tahayyül hüküm olmadığı için “Tahayyül-i küfür küfür değildir.” (Sözler, 434.) buyurarak izah eder. Ehl-i Sünnetin bu konudaki görüşünün “zâhir-i şeriata muvâfık olarak işlediğin ameline, “Acaba sahih olmuş mu?” deyip, vesvese etme. Fakat, “Kabul olmuş mu?” de; gururlanma, ucb’a girme” (Sözler, 434.) buyurarak izah eder.
Bediüzzaman ayrıca “Ey sû-i vesveseden meyus nefsim! Tedâi-yi hayalât, tahattur-u faraziyat, bir nevi irtisam-ı gayr-ı ihtiyarîdir. İrtisam ise, eğer hayırdan ve nuraniyetten olsa, hakikatin hükmü bir derece suretine ve misaline geçer: güneşin ziyası ve harareti, aynadaki misaline geçtiği gibi. Eğer şerden ve kesiften olsa, aslın hükmü ve hassası, suretine geçmez ve timsaline sirayet etmez. Meselâ necis ve murdar bir şeyin aynadaki sureti ne necistir, ne murdardır. Ve yılanın timsali ısırmaz.
İşte şu sırra binaen, tasavvur-u küfür, küfür değil; tahayyül-ü şetm, şetm değil. Hususan ihtiyarsız olsa ve farazî bir tahattur olsa, bütün bütün zararsızdır. Hem ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mezhebinde bir şeyin şer’an çirkinliği nehy-i ilâhî sebebiyledir. Madem ki ihtiyarsız ve rızasız bir tahattur-i farzîdir, bir tedayi-i hayâlidir; nehiy ona taalluk etmez. O dahi ne kadar pis ve çirkin bir şeyin sureti dahi olsa, çirkin ve pis olmaz” (Mektubat, 65-66.) şeklinde izah ve ispat eder.
3.4. Ehl-i Dalaletin, Şeytan ve Nefsin Hile ve Desiselerinden Kurtulmanın Çaresi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaate Uymaktır
Ehl-i dalalet şeytanın talkinatı ile ehl-i imana pek çok vesvese ve şüphe verir. İnsan nefsi de tembellik kulağı ile şeytanın ve ehl-i dalaletin telkinatını dinler. Bediüzzaman hazretleri bu vesveselerden ve telkinattan kurtulmanın yolunun Eh-i sünnet ve’-Cemaat mezhebine uymakla kurtulabileceğini şöyle ifade eder: “Ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ve cinnînin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın muhkemat kalesine gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâmeti bul. (Lem’alar, 2013, s. 222.)
3.5. Marifet-i İlâhi ve Velayet-i Kübra Ehl-i Sünnet İlm-i Kelamındadır
Bediüzzaman gerçek velayetin ancak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inanç ve itikadına bağlı olmak ve ilim yolunda olduğunu şöyle ifade eder:
“Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese taifesi tekkeler taifesine serfürû etmiş, yani inkıyat gösterip onlara velayet semereleri için müracaat etmişler. Onların dükkânlarında ezvâk-ı imaniyeyi ve envâr-ı hakikati aramışlar. Hatta medresenin büyük bir âlimi, tekkenin küçük bir velî şeyhinin elini öper, tabi olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekkede aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatin envârına gittiğini ve ulûm-u imaniyede daha sâfi ve daha halis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarikattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarik-i velayet ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnetin ilm-i kelâmında bulunmasını, Risale-i Nur, Kur’an-ı Mucizü’l-Beyânın mucize-i maneviyesiyle açmış, göstermiş; meydandadır.
İşte, Risale-i Nur’a herkesten ziyade kemal-i şevkle taraftarâne ve müftehirâne medrese taifesinden olan ulemaların koşmaları lazım ve elzem iken, maatteessüf, daha medrese ehlinin ekseri, kendi medresesinden çıkan bu âb-ı hayat çeşmesini ve bu kıymettar bâki hazinesini tanımıyor, aramıyor, muhafaza edemiyor. Lillahilhamd, şimdi tam tamına başladılar. Sözler mecmuası, hem hocaları, hem muallimleri Nurlara çekti. (Kastamonu Lahikası, 2013, s. 327.)
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Ehl-i Sünnet ilm-i kelamında ve itikadında ilim içinde hakikate giden en kısa yolu Risale-i Nur ile göstermiş, tüm şüpheleri izale ederek iman-ı tahkikiyi bir kaç haftada kazandıracak olan Risale-i Nurları te’lif etmeye Allah’ı inayeti ile muvaffak olmuştur.
Özet Olarak Ehl-i Sünnet İtikadı ve İnancı
Allah Teala hazretleri birdir, kadîmdir, a’raz, cisim, cevher, musavver, mahdud ve ma’dûd değildir. Kadîm, bizim tabirimizle evveli olmayan ve ahiri bulunmayan bir zat-i acell-i a’lâdır. Mahiyet ve keyfiyetle de vasf olunamaz. Bir mekâna muhtaç değildir. Üzerine zaman geçmez. O’na hiçbir şey benzemez. İlminden ve kudretinden hiçbir şey çıkmaz ve kaçmaz. O’nun zatıyla kaim sıfat- ı ezeliyyesi vardır.
Sıfatları O’nun ne zatının aynı ve ne de gayrıdır. Mesela, aynaya baktığın zaman kendini aynada görürsün. O aynada gördüğün bir bakımdan tıpkı sen, ben değilim desen olmaz, benim desen gene olmaz. Onun için de ne aynıdır, ne de gayrıdır demişler. O sıfatlar da şunlardır: Hayat, ilim, kudret, irâde, semi’, basar, kelâm, tekvin.
Allah Teala’yı görmek aklen de naklen de caizdir.
Kainat, âlem cemî-i eczasıyla ve sıfatıyla muhdestir, yani yoktan vücuda çıkarılmıştır. Onu yoktan çıkarıp meydana getiren Allah Teala’dır. Kullarının bütün fiilleri, küfür, iman, tâat ve isyan cümlesinin hâlıkı/yaratıcısı Allah Teala’dır. Allah’tan gayrı Hâlık/yaratıcı yoktur.
Kadere iman imanın zirvesidir. Allah Teala her şeyi ezelden bilir ve bunu Levh-i Mahfuza yazmıştır. Buna “Kader” denir. Allah Tealanın bildiği şekilde olmasına ve yaratılmasına “Kaza” denir. Kaderde ne varsa kazada öyle cereyan eder. Bu sebeple Allah’ın kelam-ı ezelisi olan Kur’an-ı Kerimde Firavun’un iman etmeyeceği, Ebu Cehil’in inanmayacağı, Ebu Leheb’in ve karısının cehenneme gireceği yazılıdır ve öyle olmuştur. Bu da kaderi ve Allah’ın her şeyi bildiğini ispat eder.
O fiillerin kullardan sudûru, yani oluşu/meydana gelişi Hak Teala hazretlerinin iradesi, meşiyyeti, hükmü, takdiri ve kazası iledir. Kulların işlerinde kendi ihtiyarları da vardır, onlar ile sevap ve ikab olunurlar.
Tâatta sevap, ma’siyette de ikab vardır. Salih amel işleyenleri iyi kimseler medhederler, ahirette de sevaba nail olurlar, bunlara Cenab-ı Hakk’ın rızası vardır. Fena ve kötü şeyler ki, ehli dünya da onu sevmez. Ahirette ikaba sebep olanlar da Hakk’ın rızasıyla değillerdir.
Kul, gücü yetmediği bir şeyle teklif olunmaz. Sevap, Cenab-ı Hakk’ın fazlıdır, azabı da adaleti icabıdır. Maktûl eceliyle ölmüştür. Yani vurdular da öyle öldü demek değil de eceli gelmiş, o bıçak veya kurşun sebep olmuştur. Ecel birdir tagayyür etmez.
Haram dahi rızıktır. Herkes kendi rızkını yer, gerek helal olsun gerek haram olsun. Kimse kimsenin rızkını yemeye kadir değildir.
Allah Teala, dalâlet ve hidâyetini halk edendir. Dilediğine dalâlet ve dilediğine de hidâyet halk eder. Kula aslah (iyi-uygun-faydalı) olanı halk etmek, Allah Teala’ya vacib değildir.
Rasûlullah’ın (asm) yakaza (uyanık halde) halinde şahsıyla (ruh mealceset) Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksa’ya, oradan semaya ve oradan da Hakk Teala’nın murad ettiği yere urûcu haktır.
Melekü’l-mevt haktır. Kabirde, bütün kâfirlerin ve bazı günahkârlar mü’minlerin azabı haktır. İbadet ve taat ehlinin nimetlere nail olması da haktır. Münker ve Nekîr meleklerinin kabirde sualleri de haktır.
Kıyamet günü dirilme haktır. Amellerin tartılması haktır. Kitap haktır, hesap da haktır. Havz-ı Kevser haktır. Sırat köprüsü de haktır. Peygamberlerin, velilerin, şehitlerin şefaatı da haktır. Cennet ve Cehennem de haktır ve el’an muvcutturlar, bakidirler. Ne Cennet, Cehennem ve ne de içindekilere fana/yokluk gelmez.
Büyük ve küçük günahlar her ne kadar çok olsa dahi mü’mini imandan çıkarmaz, küfre sokmaz. Cenab-ı Hakk, kendine yapılan şirki affetmez. Şirkten başka büyük ve küçük günahlardan dilediğini mağfiret eder. Küçük günahlara ikab caizdir. Büyük günahların da tevbe etmese dahi afvı caizdir.
İman, Peygamberimizin Allah tarafından haber verdiği her şeyi kişinin kalbiyle tasdik ve lisanıyla da söylemesidir. Ameller, hakikat-ı imana dahil değillerdir. Ameller, kendi nefislerinde ziyade olurlar. Fakat, hakikat-ı iman ne ziyade olur ne de eksilir. Amellerin ziyadesiyle imanın meyveleri ve nurları artar.
Her mü’min, ‘Ben Hakka müminim’ demelidir. ‘İnşallah ben mü’minim’ demek te’vil ile olsa dahi doğru değildir. Şek ile olursa, ittifakla, söyleyen dinden çıkar. İman şüphe kaldırmaz, Şüphe ile iman etmiş olmaz. İman tasdik ve ikrar olduğuna nazaran mahluktur ve kulun kesbidir, kazancıdır ve Hak’tan hidayet olduğuna göre de mahluk değildir.
Mukallidin imanı şek ve şüpheden âri olursa sahihtir ve lakin kadir ise, delilleri terk ettiğinden âsidir.
Bazı kere saîd (saadete erişen kişi) şakî, yani Cehennem ehli olur; bazen de şakî (Cehennemlik bir kişi) saîd yani ehl-i Cennet olur. Başka bir ifadeyle; Müslüman iken kâfir olur veya kâfir iken Müslüman olur. Fakat, Allah’ın hükmünde değişiklik olmaz, gerek zatında ve gerek sıfatında tağyir caiz değildir.
Peygamber gönderilmesinde ve kitab-ı İlahinin inzalinda (inişinde) hikmet ve maslahat vardır.
Hak Teala, kullarına beşerden peygamber gönderdi. İman ve ehl-i tâatı Cennetle tebşir ve ehl-i küfürle asileri de Cehennem ve ikabla tenzir etti. Nâsa (insanlara da) din ve dünyalarında muhtaç oldukları şeyleri öğrettiler. Onları mûcizelerle te’yid eyledi.
İlk peygamber Adem aleyhisselam, son peygamber de bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa’dır. (asm) Bütün peygamberlerin efdali Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’dır. (asm)
Melekler de Hz. Allah’ın kullarıdır. Ve emirlerini âmillerdir ve masiyetten ma’sumdurlar. Erkeklik ve dişilikleri yoktur, yemek ve içmeye muhtaç değillerdir.
Peygamberler meleklerin rasûllerinden, meleklerin rasûlleri ise beşerin salihlerinden, beşerin salihleri de bütün meleklerden efdaldir.
Evliyanın kerâmeti haktır ve o kerâmet velînin şeriatında olduğu peygamberlerin mucizesinde dahildir. Veli kerametinde müstakil değildir.
Veli, peygamberlik derecesine vâsıl olamaz. Kuldan, hiçbir hâl ile teklif sakıt olamaz.
Efdal-i Evliya Ebu Bekir’dir (ra) Ondan sonra Ömer el-Faruk, (ra) ondan sonra Osman Zû’n-nûreyn, (ra) ondan sonra da Aliyyü’l Murtaza (ra) hazeratıdır. Hilafet de bu tertib üzeredir. Sahabeden hiçbirini hayırdan gayrı bir şeyle yâd etmek caiz değildir.
Hilafet otuz yıldır. Ondan sonra melik ve emirliktir.
Fasıkın arkasında namaz kılmak caizdir. Fasıkın cenazesine de namaz kılmak caizdir. Her zaman mest üzerine meshetmek caizdir.
Dirilerin ölülere duası ve sadakaların ölülere faydası vardır.
Ramazan ayı, Recep, Şaban, Muharrem, Arefe günü, Bayram günleri, Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kuds-i Şerif ve mescidler gibi mekanların ve zamanların fazileti ve üstünlüğü haktır.
İlim, akıldan efdâldir. Müşriklerin çocukları hakkında imamımız sükut etmiştir. Sihir vâkidir. Göz değmesi de caizdir, haktır.
Müctehid bazen isabet eder bazen hata eder. İçtihadında isabet ederse iki sevap alır, hataları da afvolunur; isabet etmezse bir sevap alır.
Kur’an-ı Kerim’deki nassların mümkün olduğu kadar zahirine hamdolunması vaciptir.
Ümmetten hiçbirisine Cennetle şehadet etmeyiz. Yalnız Rasûlullah’ın (asm) şehadet ettikleri “Aşere-i Mübeşşere” müstesna. Onlar da şunlardır: Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa’d, Said, Abdurrahman b, Avf, Ebu Ubeyde b. El- Cerrah. (Rıdvanullahi Teala Aleyhim Ecmaîn.)
Deccâlin çıkması, Mehdinin onunla mücadelesi haktır. İsa’nın (as) semadan nüzûlü haktır. Dâbbetü’-arz’ın hurûcu haktır.
Kahine, müneccime, arrâfa gidip bir şey sormak caiz değildir. Fal bakıcılar da buna dahildir. Bunların söylediklerine inanmak da caiz değildir.
Cemaat rahmettir. Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır.
Allah Teala indinde makbul din İslâm dinidir. Allah katında İslamdan başka bir din makbul değildir.
M. Ali KAYA
(4829)
Risâle-i Nûr Külliyâtı’nı,Ehl-i Sünnet vel Cemâ’at ‘akîdesini,müşkilâtlarına cevâb arayan sâillerine en mufassal ve en mukni’ bir tarzda anlatanan bir ÂMENTU ŞERHİ olarak görmekdeyim.Bu durumda,suâllerimize arayıp bulmakda dört mezhebin bize kâfî gelmesi gerekirken,nâdiren de olsa Nûr Kürsîleri’nde ‘Alî Şerî’atî vb.Ehl-i Sünnet dışı zevâtdan mi sâller verildiğini de ma’atteessüf görmekdeyiz ki,böyle bir davranışı da hoş göremiyorum.
.