ANASAYFA TEZLER BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’NİN KADER MESELESİNE BAKIŞI V
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’NİN KADER MESELESİNE BAKIŞI V

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’NİN KADER MESELESİNE BAKIŞI V

16.18K
0

1.1 Bediüzzaman Said Nursî’nin Kadere Dair Görüşleri

 

1.3.7  Kader ve Cüz’î İradenin Bağdaştırılması

Bediüzzaman’a göre imanla ilgili meseleler konuşulurken, duygusallıktan uzak soğukkanlı ve peşin hükme kapılmadan sistemli tartışmalar yapılmalıdır.[1] Kader ile cüz-î iradenin varlıklarını bir arada kabul etme de imanla ilgili ince bir meseledir. Kader ile cüz’î iradenin bağdaştırılması problemi, sadece ilim ehli -uzman- kişiler tarafından anlaşılması mümkün olan bir meseledir. İlimde derinlik sahibi âlimler bu mesele üzerinde çok fazla ilmi tartışma yapmışlardır.[2]

A. Allah’ın İlim Sıfatı ve Kaderle İlişkisi

Bediüzzaman’a göre, cüz’î irade, kadere aykırı değildir, aksine kader cüz’î iradeyi destekler. Çünkü kader, Allah’ın ilmine ait bir meseledir. Bu yönüyle, Allah’ın ilmi, insanın cüz’î iradesine bağlıdır, yani, “İlim maluma tabidir, malum, ilme tabi değildir.”[3]

İlmin maluma tabi oluşunu şöyle açıklayabiliriz:

İlim, bir şeyin zihindeki şekli, malum ise o şeyin hariçteki durumu olarak tarif edilir. Mesela, lalenin zihindeki şekli ilim, hariçteki hali, yani kendisi ise malumdur. Burada, ilim maluma tabidir, yani lale hariçte nasılsa o şekilde bilinmektedir.[4]

Bediüzzaman,“levh-i mahv ve ispat”ı “levh-i mahfuzun” ihtimaller dünyasındaki yazar bozar tahtası olarak yorumlar.[5] Bunu İslâmî hat sanatındaki yazma temrinlerinin gerçekleştirildiği meşk defteri olarak düşünebiliriz.

Meşk defterinde yazılan çizilen şeyler atılıp (levh-i mahv ve ispat), son şekli temize çekilir (levh-i mahfuz). İnsanın da cüz’î iradesi ile farklı ihtimaller arasından bir ihtimali seçmesi, kaderle ilgili o şeyin değişmeyen defterdeki yazılmış halidir. Allah’ın bu (levh-i mahfuz) değişmez deftere yazması da kulun yapacağı fiili “ezelî” ilmi ile bilip kaydetmesi şeklinde olup, burada bir zorlama yoktur.[6]

Bediüzzaman ezel kavramını şöyle açıklar:

Ezel, (mazi) geçmişin bir ucu olmadığı için, varlıkların yaratılmasında esas olup zorunluluğu netice vermez. Ezel, (mazi, hal ve istikbali) geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanı kapsayacak şekilde yüksekten bakan bir ayna gibidir. En yüksek görme yeri manasına gelen “manzar-ı âlâ”, Allah’ın ilmi için kullanılır ve ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyi kapsamaktadır. İnsanlar ve onların yaptıkları işler o ilmin dışında kalamaz.[7]

Bediüzzaman, insan iradesi ile Allah’ın kaderi arasında bağlantı kurarken ezel kavramı ve ilmin malum ile olan ilişkisi üzerinde durmuştu. Bu düşünce kurgusunu Bediüzzaman ayrıca; kader, kaza ve ata kavramları ile de şöyle ifade eder:

Allah’ın “ata”, “kaza” ve “kader” isminde “üç kanunu” vardır. Ata kanunu kazayı, kaza kanunu da kaderi bozmaktadır. Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kaza demektir. O kararın iptaliyle hükmü kazadan affetmek, ata demektir. Yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, ata da kaza kanununun kesin hükmünü delmekte, kaza da ok gibi kader kararlarını delmektedir. Ata, kaza kanununun kapsam alanından çıkmasıdır. Kaza da kader kanununun bütün kümesinden ayrılmasıdır.[8]

 B.Sebep- Sonuç ve Kader İlişkisi

Bediüzzaman, bir insanın tüfeğiyle bir başka canlıyı öldürdüğünde onun nasıl sorumlu olduğunu, kaderin sebep ile sonuca birlikte baktığı hakikatinden hareketle şöyle izah eder:

Kaderin, sebebe ve sebep ile meydana gelmiş neticeye etkisi beraberdir. Şu netice, şu sebeple gerçekleşecek demektir. Sebepler, bir ağacın kökü, gövdesi ve dalları konumundadır. Meyve ise o ağacın neticesidir. Ağacın kök, gövde ve dalları ortadan kaldırıldığında meyveyi takacak yer bulmak mümkün olmaz. Şu hikmet dünyasında havaya, boşluğa meyveyi asma imkânı yoktur.[9]

Bediüzzaman’ın üstteki izahından anlaşıldığı üzere, bir kişi başka bir kişiyi tüfeğiyle öldürdüğü zaman, “Ölüm zamanı kader tarafından yazılmıştı, tüfek atmamış da olsa yine de o ölecekti, bu sebeple sorumlu değilim.” diyemez. Çünkü kader o kişinin ölmesini onun tüfeğiyle belirlemiştir. Öldürme olayında katilin kabahatiyse, Cenâb-ı Hakk’ın yasakladığı öldürme fiiline teşebbüs etmesi ve ölüme sebep olmasıdır.[10]

Bediüzzaman’a göre, katilin tüfeğinin ateşlemediğini düşünmek, kaderin sebeplerle bağlantısını kabul etmemektir. Bediüzzaman, katilin sebeplerle bağlantısını kurup, ölüm hakkında konuşurken ortaya çıkan durumu itikadî mezheplere göre şöyle tahlil eder:

1-Cebriye[11], sebep ile neticenin arasını ayırıp aradaki bağı keser. Onlara göre katil tüfek atmamış dahi olsa, o kişi yine de ölecektir.[12]

2-Mu’tezile[13], kaderin gücünü ve olaylardaki bağını kabul etmez. Sebeplere etki gücü vererek, kişinin iradesi hangi yönde ise, gerçekleşecek olanın (muradının) da o yönde olacağını savunmaktadır. Bu sebeple, Mu’tezile’ye göre o kişi tarafından tüfek atılmazsa, ölüm gerçekleşmez.[14]

3-Ehl-i Sünnet ve Cemaat[15] ise, kader noktasında sebep ile neticenin birbiriyle bağlı olduğunu kabul etmesi sebebiyle katil tarafından tüfek atılmazsa, diğer kişi hakkında ölümün ne üzerine bina edileceği bilinmediği için o kişinin ölümü üzerine konuşmanın gereksiz bir durum olacağını savunmaktadır.[16]

Bediüzzaman, bu mezheplerin tüfeğin patlaması (sebep) ve insanın ölmesi (sonuç) olayına yönelik düşüncelerini aktardıktan sonra mezheplerle ilgili bir değerlendirmeye de şöyle yer verir:

Sebep ile sonuç arasındaki bu ilişki bağlamında Cebriye mezhebi ifrat edip cüz’î iradeyi yok farzetmiş; Mu’tezile ise tefrit edip kaderin rolünü inkâr etmiştir. Bu inançları sebebiyle her ikisi de dalâlete gidip ehl-i bid’a fırkalarından olmuşlardır.[17]

C. İnsanın Tercihi / Cüz’î İrade

Bediüzzaman’a göre, cüz’î iradenin temeli “meyelân” veya “meyelândaki tasarruf”tur. Bu mesele O’na göre, derinlemesine inceleme gerektiren bir meseledir.

Bediüzzaman, insan iradesinin temeline yerleştirdiği meyelân meselesini tahlil ederken önce mezheplerin görüşlerine yer vermekte, sonrasında ise değerlendirme olarak kendi görüşünü şöyle ifade etmektedir:

Meyelân, Mâtürîdiyye mezhebine göre, “emr-i itibarî” olup, insana aittir. İhtiyari fiillerde insan kesbeden, Allah ise kişinin kesbini yaratandır. İnsan, ihtiyarî bir fiili istemedikçe Allah yaratmaz. Bu değişmez ilahi bir kanundur. İnsan için irade-i külliye yani çokça ihtimaller hali “mahluk”tur. Kulun yapabileceği bir iş için, yapmaya veya yapmamaya yönlendirebileceği iradesidir. Kulun potansiyel gücüdür. İyi ya da kötü herhangi bir işe yönlendirilmeden önce, her ikisine de yönlendirmeye müsait olan güçtür.

Potansiyel irade bir işe yönlendirilmeye başlandığı andan itibaren, cüz-î irade olarak adlandırılır. Meyil göstermek onu bir tarafa kanalize etmektir. Cüz-î irade birçok şeyi bir arada yapamaz. Yapacağı şeyleri birer birer ve sırayla yapar. Ucu açık ihtimalleri hususileştirip içerisinden birisine yönelmektir. Cüz-î irade, “gayrı mahluk”tur. Cüz-î irade eğer yaratılmış (mahluk) olsaydı, sorumluluğa sebep olacak hiçbir şey kalmazdı.[18]

Eş’âriyye mezhebi ise, meyelânı “mevcud”, yani yaratılmış olarak gördüğü için, insana ait bir fiil olarak kabul etmemiştir. Fakat Eş’ariler, meyelândaki tasarrufun, “emr-i itibarî” olarak insana ait olabileceğini kabul etmiştir. Eş’ariler küllî irade gibi cüz’î iradenin de “mahluk” olduğunu kabul etmekle birlikte insana sorumluluk için irade ve tesire kabiliyetli bir kudret vermiştir. Mâturîdiler gibi insan kudretine tesir vermek yerine bu kudretin tesire kabiliyetli olduğunu kabul etmiştir.[19]

Kulun iradesi mahluk olmakla beraber, o iradenin iyi ya da kötüye yönlendirilmesi mahluk değildir. Dolayısı ile meyelândan her an vazgeçme imkânı ve ihtimali mümkündür. Şayet meyelân veya meyelândaki tasarruf mahluk olsaydı, ondan vazgeçmek mümkün olmazdı. Çünkü o meyelân icra edilmiş olacaktı.[20]

Bediüzzaman’a göre, meyelân veya meyelândaki tasarruf, -gerçekte var olmayıp, zihnen varlığı kabul edilen ve başka varlık ve durumlara göre ortaya çıkan farazi olgu- manasındaki emr-i itibarîdir.[21] Emr-i itibarî, fiilin yaratılmasını netice verecek bütün sebeplerin bir araya toplanmış hali “illet-i tâmme” değildir. Böyle olsaydı insan “halık-ı ef’al” olurdu ve insanın tercihi ortadan kalkardı.[22]

Bediüzzaman’ın ifade ettiği, “Kişi kendi fiilinin yaratıcısı olsaydı iradesi ortadan kalkmış olurdu.” görüşünü açıklayacak olursak şunlar ifade edilebilir:

Mu’tezile, “halık-ı ef’al” düşüncesiyle, gelişmeyi ve düşünceyi durduran cebir inancını sarsmak istemekteydi. Fakat bu düşünceyle tekrar cebir inancına düşmüş oldu. Çünkü insan bir fiile meyleder etmez, o fiil zorunlu olarak ortaya çıkacak demektir. Böylece kişi fikrini bir yönden başka yöne değiştirme kabiliyetini kaybetmiş olmaktadır.[23]

Bediüzzaman’a göre, meyelân veya meyelândaki tasarruf, “mastar”dır,  “hasıl-ı bilmastar” değildir. İşi yapan manasındaki “ism-i fail” mastardan türetilmektedir. Mastar, yazmak gibi itibarî bir emirdir. Dış dünyada somut olarak varlığı olmayıp mahluk değildir. Yazı ise, hasıl-ı bi’l-mastardır yani kâinatta geçerli yaratılmışlıktan gelen kanunlar gereği, mastardan türetilen bir kelimedir. Dış dünyada somut olarak varlığı olup mahluktur. Yazma işini yapan kimse manasındaki “yazan” ünvanı, “yazı” kelimesinden değil, “yazmak” mastarından meydana gelmektedir. Mu’tezile’nin iddia ettiği gibi, yazan ünvanını almak için, yazıya gerekli kâlem, mürekkep ve kağıdı yaratmak gerekmez. Mastarın yaratılmış olmayışı, olmadığı manasına gelmediği için mastardan türeyen ism-i faile sorumluluk yüklenmektedir. Netice veya kabahat, çalmak, gasp etmek gibi şeyler, mastarlara yüklenmeyip, ism-i faile; yani çalana, gasp edene ceza verilmektedir. Ölümü yaratan Allah olmakla birlikte, “katil” olarak sorumluluğu ve cezayı çekecek olan insandır.[24]

Bediüzzaman’a göre, insanın cüz’î iradesi, emr-i itibarî olduğu için güç noktasında oldukça zayıftır. Fakat hikmet sahibi Cenâb-ı Hak, dilediğini yapmaya hak sahibi olarak ve bir sınırlama da düşünülemezken, insanın zayıf cüz-î iradesini, kendi iradesine basit bir şart yapmıştır. Kul neyi isterse sorumluluk kula ait olduğu için onu o yola götürmektedir. Allah, iradeye bağlı kader tespitlerini yaparken, cüz-î iradeyi bir şart olarak kabul etmekle cüz-î iradesinin kullanılma yönüne uygun bir tespit yapmaktadır. Çünkü Allah adildir. Kullarına zulmetmez. İstemediği ve işlemediği bir şeyin faturasını ona çıkarmaz.[25]

 

D. Kalplerin Mühürlenmesi

Bediüzzaman, kalplerin mühürlenmesi ile ilgili ayete[26] yaptığı tefsirde bu mühürlemenin, doğrudan cebrî bir halde kader tarafından olmayıp insan iradesinin tercihi neticesinde gerçekleştiğini ifade eder.

Bediüzzaman, kalbin mühürlenmesi olayında önce kalbin mahiyetine şu şekilde dikkat çeker:

Kalp, hakikat noktasında çam kozalağı gibi et parçası değildir. Kalbin işleyişinde iki merkez vardır. Bunlardan ilki duyguların merkezi olan “vicdan”; diğeri de düşüncelerin merkezi denebilecek “dimağ”dır. Maddi bedenin uzak noktalarına hayatın temel ihtiyacı olan kanın pompalanması için kalp ne kadar önemli ise, vicdan da insan hayatının manevi merkezi olması yönüyle o kadar önemlidir.[27]

Allah’ın isimlerinin yansıması olarak insanın kendisinde ve kâinatta yarattığı nihayetsiz lütuf ve ihsanları insan, imanın nuruyla vicdan ve dimağ ile görmektedir. Küfür, günah ve isyanlar bu görmeye engel olmaktadır. İnsan günah ve isyana devam ettikçe Allah ile arasındaki perdeler kalınlaşmakta ve nefsinin hükmetmesiyle kalbinde imanın güzelliği yerine gurur, şehvet ve küfür yerleşmektedir. Bu durum ise insanın basiretinin kör olmasına ve netice olarak kalbinin heykel gibi kaskatı kesilmesine, yani mühürlenmesine yol açmaktadır. Kalbin mühürlenmesi ahirete bakan yönüyle olup bu mührü sadece melekler görebilmektedir.[28]

Bediüzzaman’a göre, Bakara suresinin 7. ayetinde geçen “hateme”                  -mühürledi-, kelimesinin bir önceki ayette geçen “la yu’minûn” -inanmazlar- kelimesinden sonra olması, cezanın hataya göre verilmesi sebebiyledir. Yani onlar cüz’î iradelerini kötüye kullanmakla imandan uzaklaşmış olmalarına karşılık kalpleri mühürlenerek onlara ceza verilmiş olmaktadır. Kalp, Allah’ın yarattığı sanat eserlerini toplamak için verilmiş bir bina iken ayette bahsi geçen o kimseler[29], elmas ve altın yerine orayı yılanlar ve akreplerle doldurdular. Allah’ın bilgisinden gelecek olan ışığı o binaya kabul etmediler. Allah da orayı bulaşıcı hastalıklar gibi başka binalara da zarar vermesin diye mühürledi. İhtiyarî fiillerde Allah’ın iradesi, insanların cüz-î iradesine tabi olduğu için, ayette geçen, “inkâr etme” fiili, insanlara; “mühürleme ve perde çekme” fiili, Allah’a aittir.[30]

Bediüzzaman’a göre, insanın kalp mekânizmasındaki ikinci merkez ise aklı “dimağ”dır ve orada da bazı basamaklar vardır. Bu basamaklar birbiriyle iç içe geçmiş durumdadır. Her basamağın kuralları farklıdır. Dimağ insan iradesinin merkezi olan meyelân ile doğrudan alakalı olup, meyelânın basamakları olarak da ifade edilmektedir. Bu basamaklar yedi tane olup, sırasıyla şunlardır:            “Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam, itikad”. Meyelânın ilk üç mertebesinde zihni bir kabul olmadığı için sorumluluk yoktur. Kader noktasında sorumluluk tasdik mertebesiyle başlamaktadır. [31] Dimağdaki meyelânın mertebeleri insan zihni ve iradesi tarafından tam manasıyla anlaşıldığında hayal ile hakikati birbirine karıştırmamaktadır. Aynaya yansıyan yılanın ısırmadığı ve ateşin yakmadığı gibi, hayal veya fikir aynasındaki küfür, şirk ve dalâletin yansımaları insanın imanına zarar vermemekte ve edebini kırmamaktadır. Şeytan, kalbin üzerindeki yerinden Allah’a karşı kötü sözler söyler. Kalp sahibi titrer, korkar ve hoşnut olmaz. Bu hoşnutsuzluk hali o sözlerin şeytan tarafından ihtar ve hayal edildiğini ve “lümme-i şeytaniyeden” geldiğini göstermektedir. Kader noktasında insan bu halden sorumlu değildir.[32]

 

 

                                                                                                                                          METİN ŞENCAN

 

 

[1] Nursî, Mektubat, s. 75
 [2] Nursî, Sözler, s. 756
[3] Nursî, Sözler, s. 757
[4] Kırkıncı, s. 46
[5] Nursî, Sözler, s. 761
[6] Nursî, Sözler, s. 757, İşaratü’l-İ’caz, , s. 124; Kırkıncı, s. 46-48; Levh-i mahv ve ispat ile levh-i mahfuz arasındaki ilişkiye dair. “Ne kadar memleket varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helâk edeceğiz, ya da şiddetli bir azapla cezalandıracağız. İşte bu, Kitap’ta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış bulunuyor.”(İsra, 17/58.)
[7] Nursî, Sözler, s. 757, 8, İşaratü’l-İ’caz, s. 124
[8] Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s. 326, 7
[9] Nursî, Sözler, s. 758, İşaratü’l-İ’caz, s. 125; Kırkıncı, s. 145
[10] Nursî, Sözler, s. 758, İşaratü’l-İ’caz, s. 125; Kırkıncı, s. 146
[11] Cebriyye, “İnsanlara ait ihtiyari fiillerin ilahi irade ve kudretin zorlayıcı tesiriyle meydana geldiğini savunan grupların ortak adı. Bütün kelamcıların kabul ettiği bir tarifi bulunmamakla birlikte genellikle “insanların kendilerine has bir iradeye sahip olmadığını, zihni ve ameli bütün fiillerinin ilahi gücün zorlayıcı tesiriyle meydana geldiğini savunanlar” diye tanımlanır.” (İrfan Abdülhamid, “Cebriyye”, DİA, C. 7, s. 205) Cebriyye mezhebi, Cehm b. Safvan tarafından kurulmuştur. Mu’tezile’nin mezhebinin kaza ve kaderle ilgili görüşlerine karşı çıkmışlar; Allah’ı acz ve şirkten tenzih etmek maksadıyla insanlara ait bütün fiilleri de Allah’a havale etmişlerdir. Fakat tenzihe çalışırken Allah’a layık olmayan zulüm, abesiyet gibi noksanlıkları da O’na nispet etmek durumunda kalmışlardır. (Kırkıncı, s. 86; Özyurt, s. 71)
[12] Nursî, Sözler, s. 758, İşaratü’l-İ’caz, s. 125; Özyurt, s. 73
[13] Mu’tezile, İtikadi meselelerin yorumunda akla ve iradeye öncelik veren kelam mezhebi. (İlyas Çelebi, “Mu’tezile”, DİA, C. 31, s. 391); kurucusu Vasıl b. Ata’dır. Ehl-i sünnet mezhebinden ayrılışı büyük günah işleyenin durumuna dair serdettiği bir düşünce sebebiyledir. Kaderi inkar ile, küfür, şer, zulüm ve sair isyanları Rabb-i Celil’in takdir buyurmadığını ve yaratmadığını iddia ederek, “Kul fiilinin yaracısıdır. Cenab-ı Hak, insanları kendi fiillerini icat edebilecek bir irade ve ihtiyara sahip kılmıştır”, derler. Cebriyye mezhebinin her şeyi kadere havale etme fikrine karşılık, Mu’tezile grubu ise mesuliyet esası üzerinde durmuşlardır. (Kırkıncı, s. 100, 1; Özyurt, s. 69)
[14] Nursî, Sözler, s. 758, İşaratü’l-İ’caz, s. 120, 125; Kırkıncı, s. 145
[15] Ehl-i Sünnet, Hz. Peygamber ile ashab-ı kiramın, dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler, amel ve inançta Hz. Muhammed ve ashabına uyanlar. R. N. E. , Lügat, s.276; Yeğin, s. 121; (Yusuf Şevki Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, DİA, C. 10, s. 525; Özyurt, s. 74); Mütekaddimin ve müteahhirin olarak iki kısma ayrılır. İki dönem arasındaki fark müteşabihatı tevil hususudur. Ef’âl-i ibad konusunda görüşleri, “cebir de, tefviz de yoktur. İkisinin ortası vardır” şeklindedir. Mâturîdiyye ve Eş’ariyye mezhepleri olarak ana iki kolu vardır. (Kırkıncı, s. 110- 2)
[16] Nursî, Sözler, s. 758, İşaratü’l-İ’caz, s. 124, 5; Kırkıncı, s. 145
[17] Nursî, Sözler, s. 758, İşaratü’l-İ’caz, s. 124, 5; Kırkıncı, s. 107; Özyurt, s. 72; Harmancı, s. 76
[18] Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 120; Kırkıncı, s. 115
[19] Nursî, Sözler, s. 759, İşaratü’l-İ’caz, s. 120; Kırkıncı, s. 119, 20
[20] Nursî, Sözler, s. 759, İşaratü’l-İ’caz, s. 120; Sarıkaya, s. 93
[21] Nursî, Sözler, s. 759, İşaratü’l-İ’caz, s. 120; R. N. E. , Lügat, s. 287; Sarıkaya, s. 92
[22] Nursî, Sözler, s. 759, İşaratü’l-İ’caz, s. 122;
[23] Bahaeddin Sağlam, Kur’an, Hadis ve Risale-i Nur’da Kader İle İrade, 1. B. , İstanbul, Tebliğ Yayınları, 2010, s. 28
[24] Nursî, Sözler, s. 760, İşaratü’l-İ’caz, s. 121, 2; Kırkıncı, s. 117; Sarıkaya, s. 93; Ferşadoğlu, s. 280
[25] Nursî, Sözler, s. 760
[26] “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara, 2/7.)
[27] Nursî, İşaratü’l-İ’caz, , s. 130; Öztürk, s. 209
[28] Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 117, 8; Kırkıncı, s. 131; Öztürk, s. 208, 9
[29] “Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar.” (Bakara, 2/6.)
[30] Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 128; Kırkıncı, s. 130; Öztürk, s. 220, 1
[31] Nursî, İşaratü’l-İ’caz, , s. 130, Sözler, s. 1148; Sarıkaya, s. 67-76; Ferşadoğlu, s. 69-77
[32] Nursî, Lem’alar, s. 216, 7

(16183)

REM

YORUM YAZ

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir