1.1 Bediüzzaman Said Nursî’nin Kadere Dair Görüşleri
1.3.5 Sebep – Sonuç İlişkisi Açısından Kader
Bediüzzaman, kaderin sebep ve sonuca birlikte baktığını, insanlara adalet ettiğini ve her durumda güzel olduğunu söyler. Kader netice ve meyveler itibariyle şerden ve çirkinlikten münezzeh olduğu gibi “mebde ve münteha”, “asıl ve fer’”, “illet ve netice” itibariyle de zulüm ve kubuhtan mukaddes ve münezzehtir. Çünkü kader hakiki sebeplere bakıp adalet eder; insanlar zahirî gördükleri illetlere hükümlerini bina edip, kaderin adaletinde zulme düşerler. Hâkim bir kişiyi hırsızlık suçuyla mahkûm edip, hapsettiği halde, o kişi hırsız değildir. Fakat hâkimin mahkûm ettiği kişinin, kimsenin bilmediği gizli bir cinayeti vardır. Kader o kişiyi o gizli cinayeti için hapisle mahkûm edip adalet etmiş. Hâkim ise, o kişiyi hırsızlık sebebiyle mahkûm ettiği için zulmetmiştir.[1] Bir insan başka bir insana yapmadığı bir iş sebebiyle zulmetmektedir. Fakat kader, onun gizli hataları sebebiyle onu, o musibetlerle hem terbiye etmekte hem de hatasına kefâret yapmaktadır.[2]
Kaderin koyduğu kalıplar dışında yaşama isteği yok olma sebebidir. Her varlık için en uygun program, kaderden kendisine çizilen programdır. Allah’ın yasakladığı şeyler fıtrata aykırı şeylerdir. O yasakları yapmaya kalkan insan ondan dolayı zarar görecektir. Yasaklama onun zarar görmemesi için yapılmış uyarıdır. Yasaklanan şeyler, yaratılışta kendisine takdir edilen ölçülere ters düşen şeylerdir.[3] Bu durum başkasının merasına giren bir koyuna, sahibi tarafından atılan taşa benzer. Çoban koyunu yaralamak ve ona acı vermek için değil, aksine gittiği yanlış istikametten dönmesi için taş atar. İlahi kudret de kaderden gelen bazı musibet taşları ile insanı hata ve günaha sürüklenmekten uyarmak hikmeti ile değişik sıkıntılar verebilir. Bunlar hakikatte insana eziyet, zulüm ve haksızlık değil aksine kişinin Allah’ı tanıması, günahtan ve yanlış yoldan dönmesi ve kendisini kendisinden daha çok seven Rabbi’ne karşı kederlenmemesi içindir.[4]
Dünyadaki musibetler, elemler ve hastalıklar masumlara ve hatta hayvanlara dahi zulüm değildir. Çünkü yeryüzünden gökyüzüne, topraktan yıldıza, atomdan güneşe, ezelden ebede kadar her bir mevcut, semavat ve arz, dünya ve ahiret, her şey Allah’ın mülküdür.[5] Mülk sahibi, mülkünde istediği gibi tasarruf eder.[6] Elemler, musibet ve hastalıklar, hayatın asıl gayesini kuvvetleştiren ve Allah’ın esmasının cilvelerini gösteren hikmet parıltılarıdır. Elemler, musibet ve hastalıklar tarzında olan hikmet parıltıları, içerisinde Allah’ın rahmetinin şirin güzelliklerini taşır. Kaza ve kaderine itirazı hissettiren “ah, of” kelimelerini sarf etmek kaderi tenkit etmektir. Allah’ın şefkatine karşı suçlamadır. “Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti itham eden, rahmetten mahrum kalır.” Kırılmış elle intikam almak için o eli tekrar kullanmak kırılmayı ve acıyı artırır.[7]
Şer, dalâlet, musibet, günah ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, “ademdir”, “nefiydir”. Onlardaki fenalık ve çirkinlik ademden (yokluk) gelir. Adem “şerr-i mahz” olduğu için adem ile neticelenen veya ademi hissettiren haller (“sükun”, “sükunet”, “atalet”, “yeknesaklık”, “tevakkuf”[8]) şerri içine alır. Vücudun en parlak nuru olan hayat, değişik haller içinde yuvarlanıp kuvvet bulur, birbirine zıt vaziyetlere girip temizlenir ve ahirete yönelik ücreti kazanır. Bütün canlılara hayat bağışlayan Allah’ın isimlerinin güzelce tecellilerini gösterir. Hayat sahibi olan varlıklara; elemlerin, musibetlerin, zorlukların ve belaların isabet etmesiyle hayatları durulaşır. Musibetler hayatı yeknesaklıktan kurtarmakla nimetlerin takdirine vesile olur; insanı manen terakki ve tekâmül ettirir. Musibetler, sıhhatin önemini ve nimetlerin kıymetini insanlara fiilen ders verir. Var olmanın nuruyla yenilenen insanın vücudu, yokluktan (adem) uzaklaşır.[9] İnsan ve cinlerden olan şeytanlar, şer ve helak olacak işleri yaparken ve hayra mani olurken yaratmaya güçleri yoktur. Allah’ın mülküne iştirak edemezler. Mecûsîler, bu meseleyi bilmedikleri için yaratmaya güç yetiremeyen bir kesble, şerlere sebebiyet veren malûm şeytanı, şerrin mevhum ilahı olarak “Ehrimen” ismiyle anmışlardır.[10]
1.1.6 Kader’in Hayır ve Hasenâtla İlişkisi
Bediüzzaman’a göre, insanın, hasenâtta gururlanmaya hakkı yoktur; insanın hasenâtın meydana gelmesindeki hakkı pek azdır. Çünkü hasenât ve hayrat, “vücudî” var olmaya ait oldukları için, insanın çalışması ve cüz’î iradesi hasenâtın yaratılmasında “illet-i mûcide”, yani fiilin yaratılması için gerekli temel şartlardan sayılamaz.[11] İnsanın “cüz’î irade” olan silahı, hem zayıf, hem kısadır; bir şey yaratamaz, küçük bir uğraştan başka hiçbir şey elinden gelmez. Allah hesabına çalıştırılırsa bir askerin bir köyü devlet namına tutması gibi her şeye yeterli gelir. Cüz’î iradenin hareket alanı, kısacık su gibi akıp giden şimdiki zamandır.[12] İnsanın cüz’î iradesi zayıf olduğu gibi, aslında nefsi de, ne güzelliklere ne de sevaba sebep olan işlere taraftar değildir. Hayır ve güzellikleri isteyen, Allah’ın rahmetidir ve onları yaratan da Allah’ın kudretidir. Sebep ve illet, sual ve cevap, Cenâb-ı Haktan’dır. İnsan, hayır ve güzelliklere, yalnız “iman” ile “arzu” ile “niyet” ile sahip olabilir.[13]
İyilikler dünyada meydana getirilirken her işte olduğu gibi bazı sebeplere binaendir. İyilikler, insan iradesinin doğru kullanımı neticesinde meydana gelmektedir. Bu bakımdan sebepler, sebeplerin neticesinde Allah’tan gelecek olan sonuç beklentisi (tevekkül) ve gerçekleşen iyilikler, hepsini bir bütün olarak kader ve insan iradesi açısından Bediüzzaman’ın ifadeleri ışığında düşündüğümüzde karşımıza çıkan hakikatler şu şekildedir:
Tevekkül, “esbâbı” hep birlikte reddetmek değildir. (Esbab) sebepler, vasıtalar ve şartlar manasına gelmektedir. Cenâb-ı Hak dünyevî ve uhrevî her neticeyi bir takım şartlara ve sebeplere bağlamıştır. Sebeplere takılan neticelere de “müsebbebat” denilmektedir. Sebepleri de müsebbepleri de yaratan Allah’tır. Sebepler neticeye doğrudan tesirleri olmasa da Allah’ın kanunları olup onlara uymayanlar neticeleri elde edememektedirler. Tevekkül sebeplere riayet ettikten sonra neticeyi sadece Allah’tan beklemek, Allah’a itimat etmek ve Allah’tan gelecek her şeyi rıza ve memnuniyet ile karşılamak demektir. Sebepleri Allah’ın kudretinin bir perdesi olarak bilmek ve bunlara uymak fiilen yapılmış dua gibidir.[14] İşin başlangıcında gerekli şartları bir araya getirirken tevekkül etmek, tembelliktir.[15]
Dua ve tevekkül insanda hayra meyil vermekte olduğu gibi, istiğfar ve tevbe de şerre olan meyli kırmaktadır. İnsan, zayıf fakat günah ve yıkımda kuvvetli olan iradesinin bir eline duayı, diğer eline de istiğfarı verirse cennete yaklaşıp cehennemden uzaklaşabilmektedir.[16]
[1] Nursî, Sözler, s. 753, 4, Lem’alar, s. 211
[2] Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lahikası, 5. B. , İstanbul, Yeni Asya Neşriyat, 2013, s. 341
[3] Sarıkaya, s. 18, 9; Kırkıncı, s. 11
[4] Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s. 192
[5] Nursî, Mektubat, s. 378
[6] Nursî, Mektubat, s. 74, 5
[7] Nursî, Lem’alar, s. 28
[8] Nursî, Sözler, s. 767, 8, Lem’alar, s. 213, 4, Mektubat, s. 74, 5
[9] Kırkıncı, s. 140
[10] Nursî, Lem’alar, s. 213, 4; Mecûsîler’in bu görüşü için bakınız. Eş- Şehristâni, El-Milel ve’n- Nihal, (İslam Mezhepleri), çev. Mustafa Öz, ed. Mehmet Dalkılıç, İstanbul, Litera Yayıncılık, 2008, s. 211, 212
[11] Nursî, Sözler, s. 752, 3; Açıkgenç, s. 567
[12] Nursî, Sözler, s. 339
[13] Nursî, Sözler, s. 752, 3
[14] Nursî, Sözler, s. 501; Kırkıncı, s. 123; Badıllı, s. 394
[15] Nursî, Sözler, s. 1180
[16] Nursî, Sözler, s. 761
(1080)