ANASAYFA TEZLER BEDİÜZZAMAN VE TARİKAT
BEDİÜZZAMAN VE TARİKAT

BEDİÜZZAMAN VE TARİKAT

1.20K
2
  1. BEDİÜZZAMAN VE TARİKAT
    M. Ali KAYA
    İnsan ruh ve beden ikilisinden yaratılmıştır. Bedenin organları olduğu gibi ruhun da duyguları vardır ve bu duygular organlar aracılığı ile varlık ve eşya ile iletişim kurar. İnsan aklı ve duyguları ile sadece maddi varlık olan dünyaya yönelirse onun duyguları da sadece dünya ile ilgilenir, manevi ve ruhani gelişimini tam olarak inkişaf ettiremez. Sadece ruhaniyata ve manevi duygulara yönelir de maddiyat ve dünya ile alakasını keserse o zaman yine kâmil manada bir gelişme kaydedemez. Her ikisini de ihtiyaç miktarı ve Allah’ın emirleri ve peygamberimizin sünneti çerçevesinde dengeli olarak götürmesi gerekir.
    Dinin ruha ve ruhanî duygulara ait emirleri ve görevleri olduğu gibi ruha ve ruhanî âleme ait emirleri ve insana tevdi ettiği vazifeleri de vardır. Her iki âlem de insanı merak dairesi içindedir. Her iki âleme ait vazifeleri en güzel şekilde yapan ve insanlara örnek olan nice değerli ve büyük insanlar gelmiş ve geçmişlerdir. İnsanlar bunlara bakarak, onların öğretilerine kulak vererek pek çok konuda gelişme sağlamışlardır.
    İnsanın merak dairesi içinde kendi yaratılışı ve varlığın yaratılış sırların öğrenme belki de birinci sırayı almaktadır. Her iki âleme ait vazifeleri ve sorumlulukları insanlara öğretmek amacı ile peygamberler gönderilmiştir. İnsanlar gerek dünya ile ilgili, gerekse dünyadan sonraki ahiret âlemi ile ilgili hak ve vazifelerini peygamberlerden öğrenmişler ve uygulamalarına bakarak amel etmişlerdir. Sadece dünyaya bakan ve insanların hayatlarını kolaylaştıracak şekilde insanlığa faydalı olanlara “Bilginler ve Filozoflar” denilmiş, sadece ahirete ve ruhaniyata ait konularda insanları irşat etmeye ve bunlara ait vazifeleri öğretmeyi kendilerine görev kabul eden, insanları dünyadan ve ihtiraslardan vazgeçmeye çağıranlara da “Tasavvuf Erbabı” ve “Mutasavvıflar” denilmiştir. Bunların ortaya koydukları esaslar ve prensiplere de “Tarikat” adı verilmiştir.
    Bu ikisinin arasında hem dünyaya, hem de ahirete ait vazifeleri dengeli bir şekilde götürenler de vardır. Bunlar da dünyaya ait vazifeleri ihmal etmemekle beraber “dünyayı ahiretin tarlası” olarak gören nefsine, ailesine, mahallesine, akrabasına, milletine ait dini, dünyevî ve siyasi vazifelerini de ihmal etmeden yerine getiren ve bu konuda Allah’ın emirlerini ve peygamberin sünnetini ölçü olarak alan “zülcenaheyn” olan “Mücedditler ve Müçtehitlerin”, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” olan Ehl-i Hak ve İstikamet” yolunu takip edenlerdir. Bunların dinde yeri ve Allah katında makamı hem ehl-i tasavvuftan hem de bilginler ve filozoflardan çok daha yücedir. Zira bunlar Kur’âna ve peygamberin sünnetine bir bütün olarak bakar ve kendilerine dinin yüklediği sorumluluğu dengeli bir şekilde götürürler. Allah’ın kullarından istediği ve peygamberlerin de takip ettiği “İstikamet yolu” budur. Sahabeler bu yolda gittikleri için onların makamlar elbette tasavvuf yoluyla giden mutasavvıflardan çok daha yücedir. “Cadde-i Kübra” ve “Sırat-ı Müstakim” onların yoludur.
    Bediüzzaman Said Nursi “Helâket ve Felaket Asrı”nın en büyük “Müceddidi ve Müçtehidi” olduğu için doğrudan Kur’ân-ı Hâkimden aldığı ve insanlığın bütün hastalıklarına ve dertlerine çare olacak şekilde Kur’anın dersini insanlara verdiği için “Sahabeden” sonra en yüce makama ve mertebeye sahiptir. Bu nedenle Risale-i Nur Talebelerinin “tasavvuf ve tarikata” ihtiyaçları yoktur.  Yukarıda izah ettiğimiz gibi en istikametli ve insanların imanlarına, Allah’ın emirlerini ifaya ve peygamberin sünnetine hizmet ettiği ve istikametli “Kur’an Yolunu” gösterdiği için diğerleri buna nispeten daha nakıs ve eksiktir. Risale-i Nurun rehberliği daha mütekâmil ve daha üstündür. Zira tasavvuf ahlaka hizmet ederken Risale-i Nur “Sahabe gibi” doğrudan “İmana ve Kur’ana” hizmeti esas almıştır. Sahabeler ehl-i tasavvuftan ne derece yüksek ise Risale-i Nur’un takip ettiği yolda “Tarikattan” o derece yücedir.
    Tasavvuf ve Tarikatlar Kur’ândan alındığı ve insan ruhunu ve nefsini ıslahı amaçladığı ve insanın ahlakını düzeltmeyi esas aldığı için yapılan tarifler de sadece bu cepheye hitap etmektedir. Bu nedenle tasavvuf tarif edenler farklı tarifler getirmişlerdir. Bazısı “Masivadan yüzünü Hakka çevirmek” bazıları “Ahlakı düzeltmek” bir kısmı “Nefsi ıslah etmek” bazıları da “ruhu kamalata sevk etmek” gibi her mutasavvıf kendi penceresinden bir tarif getirmiştir. Bu konuda ilk olarak yazılan Kuşeyrî’nin “Risale” isimli eserinde pek çok tariflere rastlamak mümkündür. (Kuşeyrî, Risale, 2:550-553) Tasavvufun amacına uygun en güzel tarifini yine Bediüzzaman yapmıştır. Bediüzzaman tasavvufun amacını da içine alan tarifinde “Allah’ı tanımayı ve peygamberin sünnetini ihya etmeyi amaçlayan ve peygamberimizin miraç ile açtığı yolda kalb yoluyla seyr-i sülûku esas alan zevkî ve hâlî ve bir derece şuhûdî olarak insan ruhunu geliştiren ruhânî ve kutsî bir hakikat” (Mektubat, 428) şeklinde ifade etmiştir.
    Bu zamanda Bediüzzaman’ın tarifine uygun bir tasavvuf yolu gözükmemektedir. Maalesef taklidî olarak “tasavvuf yolunu takip ediyoruz” diyenler bırakın dünyayı terk ederek nefislerini ıslah etmeyi, mesleklerini ve meşreplerini ticari ve siyasi faaliyetlerin odağı haline getirdikleri gibi nefislerini şımartmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. “Tevazu ile hak ve hakikati nerede bulurlarsa almak” ve “hakka teslim olmak” gibi en basit bir müritlik görevini dahi yaptıklarına şahit olmak mümkün değildir. Bu nedenle bence ehl-i tasavvuf ve sofilik iddiasında olanların önce Risale-i Nurları okuyarak imanlarını inkişaf ettirdikten, “iman, ibadet ve ahlak” bilgilerini sağlam olarak alıp temel dini görevleri olan “Farzları yapıp haramlardan kaçtıktan sonra” tasavvuf yoluna girseler kendilerine sofi ve mutasavvıf denilebilir. Aksi taktide farz görevlerini yapmayan ve haramlardan kaçmayanların tasavvuf iddiaları yalandan başka bir şey değildir. Elbette bilmeyenleri aldatabilirler ve bizim gibi işi bilenlerle her şeyi gören ve bilen Allah’ı aldatmaların mümkün değildir.
    Bu dikkatini çektiğimiz husus bir iddia değil gerçektir. Nitekim Bediüzzaman Said Nursi hazretleri özetle şöyle der: “Şeyh Abdulkadir Geylani ve İmam-ı Rabbani gibi (Kadirî ve Nakşî tarikatının şahları ve aktapları dahi) bu zamanda bulunsalardı, bütün gayelerini imanların gelişmesi İslam inancının sağlam bir şekilde akıllarda ve kalplerde tesisi için gayret ederlerdi. Çünkü imanla kabre girmenin ve cennete, saadet-i ebediyeye ulaşmanın yolu imandan geçer. İmanı sağlam olmayan ahiretini kaybeder. Kişi imansız cennete gidemez; ama tasavvufsuz ve tarikatsız cennete giden pek çoktur.” (Mektubat, 26-27) Bediüzzaman böyle diyorsa bize başka söz söyleme hakkı kalmaz. Bediüzzaman böyle diyor. Öyle ise inanıyoruz ki öyledir.
    İmansız cennete gidilemeyeceği gibi inananların da farzları yapıp haramlardan kaçınmadan cennete gitmesi mümkün değildir. Haramlardan kaçmayanın ibadetlerinin sevabı zaten işlediği haramlarla sıfırlanmaktadır. Ayrıca pek çok kul hakkına girenleri o hakları sahiplerine vermeden Allah’ın affına mazhar olamayacakları zaten Allah tarafından bildirilmiştir. Farzları yapanlar da bu ibadetleri peygamberin sünnetine uygun yapmazlarsa Allah tarafından kabul edilmezler. Durum ve hal böyle olduğu halde bunlarda ihmali ve kusuru bulunanın bir de başkalarını suçlayarak kendisini tarikatçı gibi göstermesi veya tarikatın ve şeyhin kendisini kurtaracağını iddia etmesi gerçekten çok gülünçtür. Cehaletin ve gafletin en katmerlisi de yukarıda sayılan vazifeleri yapmadan tarikatın kendisini kurtaracağını iddia etmesi ve başkasını da tarikata girmediği için suçlamasıdır.
    Bediüzzaman’ın “Telvihat- Tis’a” Risalesine beyan ettiği Tasavvufun tarifi ve faideleri “İmam-ı Rabbani ve Abdulkadir Geylanî” gibi hem alim, hem müceddid seviyesinde olanların uyguladıkları tasavvuf ve bu yola giren farzları yapıp haramdan kaçan, peygamberin en önemsiz gibi gördüğümüz sünnetini ihmal etmeyen müritlerin takip ettiği yoldur. Bediüzzaman böyle seçkin müritlerin dahi düşeceği vartaları haber vermekte ve Risale-i nurun onlardan ne derece üstün bir yol ve çığır açtığını anlatmaktadır. Bu zamanda tarikatçıyız diyenler zaten bu yola girmemişler ki faydalarını görsün ve vartalarından sakınsın. Dediğimiz gibi önce Risale-i Nurlar ile imanlarını tehlikeden kurtarsınlar, sonra farzları yapıp haramdan kaçınsınlar, ondan sonra tasavvuf yoluyla sünnetin ihyasına çalışsınlar. Biz de ellerini öpelim.
    Yukarıda sayılan gerekçelerle Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bu zamanda Tarikat ve Tasavvuf yoluyla hizmet edilemeyeceğini öncelikli olarak “İman Hakikatleri” ile kalplerin, akılların ve gönüllerin nurlanması gerektiğini söylemiştir. Her şey imana bağlıdır. İman olmadan ne ibadet, ne cihat ve ne de tarikat olmaz. Zira bütün bunlar imana bağlıdır. Peygamberin (sav) sünneti de yolu da iman, ibadet ve ahlaktan sonra cihat ve eğitimdir. İman, ibadet ve ihlâs olmadan hiçbir şeyin olmayacağını İmam-ı Rabbani hazretleri de Mektubat’ında defalarca söylemektedir. İmam-ı Rabbani “Şeriat, iman, amel ve ihlâstır” der.
    Bediüzzaman ayrıca ilmin ve hürriyetin gelişmiş olduğu bu zamanda bilhassa demokrasinin de gelişmesi ile “Hürriyet” fikrinin öne çıkacağını görmüş ve bireysel hürriyetin ancak imanla parlayabileceğine dikkati çekmiştir. İman hizmetinin bireye şahsiyet kazandıran ve hürriyetini sağlayan başka bir yönüne de “Münazarat” isimli eserinde dikkatleri çekmiş, Meşrutiyetin de bireyi her nevi istibdat ve baskıdan kurtaran yönünü nazara vermiştir. İstibdadın içine ilmî ve tasavvufî istibdadı da sokmuştur. Bireyin ilim adamlarına karşı hür olması lazım geldiği gibi, şeyhlere ve fazilet sahibi kişilere karşı da hürriyetini koruması gerektiğini belirtmiş ve bu konuda sahabeleri örnek göstermiştir. Bilhassa bu zamanın “Hürriyet” adına çıkan cereyanlarına karşı ancak Risale-i Nur’un hürriyet açıklamaları ve hakiki “Nur Talebelerinin” bu konudaki örnek uygulaması ile karşı çıkılabilir. Şeyhe biatı ve lidere bağlılığı esas alan ve her yaptığında “Hikmet” arayan bir anlayış bu cereyanı durduramaz.
    Bütün bu gerekçelerden dolayı Bediüzzaman “Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsız cennete giden pek çoktur; fakat imansız Cennete giden yoktur.” (Emirdağ Lâhikası, 433) demektedir.
    Biz kendi kafamızdan ve hevamızdan değil, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu bu gerçeği söylediğimiz ve yazdığımız zaman bir kısım cühela hemen “Aman tarikatçı kardeşlerimize böyle söyleyerek küstürmeyelim. İttihad-ı İslama engel oluyorsun. Birliği bozuyorsun” falan gibi sapla samanı karıştıran saçma iddialarla karşı çıkmaktadırlar. Onlar aslında bize karşı çıkmıyorlar Bediüzzaman’ı karşılarına alıyorlar. Bunlar benim düşüncelerim değil ki Bediüzzaman’ın sözleri. Bunlara iki lafım var. Birincisi ortada tarikat ve tarikatçı mı var da biz onlara karşı çıkıyoruz. Ortada henüz iman ve ibadet konusunda nefsini ikna etmemiş bir sürü insan var. Biz diyoruz ki bunların iman dersine ve ibadete ihtiyaçları var. İkincisi, ittihad-ı İslam bu gibi ne dediğini ve ne yaptığını, ne şeriatı ne dünyayı ve siyaseti bilmeyenlerle mi kurulacak. Önce iman ve ibadet, sonra ilim ve siyaset lazım. Bu konularda ami ve cahil olanların konuşmaya hakları yok, iş yapmayı nereden bilecekler…
    Bırakalım bu boş lafları yine Bediüzzaman’a kulak verelim. Yce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Okuyun!” emretmiş. Önce okuyalım adam olalım. Sonra konuşmak için Bediüzzaman’dan izin isteyelim söz verirse konuşalım. Laf üretmekten kitap okumaya dahi zamanı olmayanlar ancak din düşmanlarına oyuncak olurlar. Ne diyor Bediüzzaman? “Risale-i Nur’un mesleği tarikat değil, hakikattir. Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır.” (Emirdağ Lâhikası, 61)
    Sahabeleri kendilerine örnek alanlar ve sahabe gibi imana ve kur’âna hizmet etmek isteyenler boş lafları bırakın da Risale-i Nurun açtığı sahabe mesleğine girin. Yoksa din düşmanlarının maskarası olmaya devam edersiniz. Peygamberimizin (sav) “Benim o asırdaki temsilcim olan Bediüzzaman’a neden kulak vermediniz ve onun size açıkladığı Kur’an hakikatlerini neden okuyup adam olmadınız. Ben de sizi tanımıyorum” diye azarlamasından da kurtulamayacağınızı da bilin… Benden söylemesi…

(1203)

REM

Yorum(2)

  1. Ben risale okumyi cok seviyorum bizim burada iki grup ar okuyucular ve yazicilar hangi guruba girmem gerekiyo sohbetler icin tesekkur ederim naksi tarikatindeydim önceden

  2. Biraz yavaş mübarek, biraz teenni, o kadar uçma. Kaş yapayım derken göz çıkarıyorsun. Taraftarlık damarıyla Allah’ı, Peygamberi üstadı kendi kafana göre konuşturma lütfen. Yazı boyunca üstadın fikirlerini değil seninkiler için öğrenmiş olduk. Olduk olmasına da aynı meslek ve meşrepten olduğumuzu düşünürken bu şekilde bir Taksim’de sonra kendi mesleğimden meşrebimden soğudum.

YORUM YAZ

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir