ANASAYFA ÖĞRETİM PROGRAMLARI MELEKLERE İMAN Meleklerin Varlığının Delilleri

Meleklerin Varlığının Delilleri

10
0
Modül (öneri) No 21
Öğrenme Alanı (Temel konu) Meleklere İman
Modül (Alt konu) Meleklerin Varlığının Delilleri
Amaçlar Meleklerin ve Ruhaniler’in varlıkları delilleriyle açıklar.

Meleklerin varlığını kainattan yola çıkarak temellendirir.

Süre 40 dk.
Seviye Orta Seviye
Yöntem ve Teknik-Etkinlik 1. Örnek olay

2. Düşün-Eşleş-Paylaş

Materyal ve Teknoloji İlgili metin (ders grubu için)
İşleniş/Öğrenme-öğretme süreci 1.Örnek olay

a) Hazırlanan analojik metin (İki adam, biri bedevî, vahşî, diğeri medenî, aklı başında olarak, arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medenî, muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir haneye, bir fabrikaya rast geliyorlar. Görüyorlar ki, o hane amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acip bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hanenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medar-ı taayyüşü ve hususî şerâit-i hayatiyeleri vardır ki, onların bir kısmı âkilü’n-nebattır, yalnız nebâtatla yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkilü’s-semektir, balıktan başka bir şey yemiyorlar. O iki adam bu hali görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki, uzakta binler müzeyyen saraylar, âli kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş destgâhlar ve vüs’atli meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahut göz zayıflığıyla veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle, o sarayın sekeneleri o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hanedeki şerâit-i hayatiye o saraylarda bulunmuyor.

O vahşî, bedevî, hiç şehir görmemiş adam, bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki şerâit-i hayat orada bulunmadığından, der: “O saraylar, sekenelerden hâlidir, boştur, zîruh içinde yoktur” der, vahşetin en ahmakça bir hezeyanını yapar.

İkinci adam der ki: Ey bedbaht! Şu hakir, küçük haneyi görüyorsun ki, zîruhla, amelelerle doldurulmuş. Ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hane etrafında boş bir yer yoktur; zîhayat ve zîruhla doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyinatın, şu san’atlı sarayların, onlara münasip âli sekeneleri bulunmasın? Elbette o saraylar umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerâit-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler; balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliğiyle sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rüyet, adem-i vücuda delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz.) örnek olay olarak ders grubuyla paylaşılır.

b) Öğrencilerden konuyla ilgili hayal kurmaları ve varsa soruları sormaları istenir.

c) Sorulan sorular grup tartışması şeklinde cevaplandırılmaya çalışılır.

d) En çok benimsenen görüşler belirlenir.

2.Düşün-Eşleş- Paylaş

Uygulanması:

•       Öğrencilere ilişkili metindeki kainatta meleklerin varlığına delil olacak noktaları düşünmeleri ve ihtiyaç duyulursa ilişkili metne göz atabilecekleri söylenir.

•       Verilen konu üzerine birkaç dakika bireysel olarak düşünülür.

•       Öğrenciler 2-3 kişilik gruplara ayrılır.

•       Konu grup olarak tartışılır.

•       Grup tartışmaları bitince grup sözcüleri ulaştıkları sonucu sınıfa sunarlar.

Ölçme ve Değerlendirme Soru-Cevap tekniği kullanılarak beceriler değerlendirilir.
İlişkili metinler    Melâikelerin ve ruhanîlerin kesretle vücutlarını kabul etmek ne derece hakikat ve bedihî ve makul olduğunu ve Kur’ân’ın beyan ettiği gibi onları kabul etmeyen, ne derece hilâf-ı hakikat ve hilâf-ı hikmet bir hurafe, bir dalâlet, bir hezeyan, bir divanelik olduğunu şu temsile bak, gör:

İki adam, biri bedevî, vahşî; biri medenî, aklı başında olarak, arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medenî, muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan küçük bir haneye, bir fabrikaya rast geliyorlar. Görüyorlar ki, o hane, amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acib bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hanenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medar-ı taayyüşü ve hususî şerâit-i hayatiyeleri vardır ki, onların bir kısmı âkilü’n-nebattır, yalnız nebatat ile yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkilü’s-semektir, balıktan başka bir şey yemiyorlar.

O iki adam, bu hâli görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki, uzakta binler müzeyyen saraylar, âlî kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş tezgâhlar ve vüs’atli meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahut göz zayıflığı ile veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle; o sarayın sekeneleri, o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hanedeki şerâit-i hayatiye, o saraylarda bulunmuyor.

O vahşî, bedevî, hiç şehir görmemiş adam, bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki şerâit-i hayat orada bulunmadığından der: “O saraylar, sekenelerden hâlîdir, boştur; zîruh, içinde yoktur” der, vahşetin en ahmakça bir hezeyanını yapar.

İkinci adam der ki: “Ey bedbaht, şu hakir, küçük haneyi görüyorsun ki, zîruh ile, amelelerle doldurulmuş ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hane etrafında boş bir yer yoktur, zîhayat ve zîruh ile doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyinatın, şu sanatlı sarayların onlara münasip âlî sekeneleri bulunmasın? Elbette, o saraylar, umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerâit-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler, balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliği ile sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rü’yet, adem-i vücuda delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz.”

İşte şu temsil gibi, ecram-ı ulviye ve ecsam-ı seyyare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafetiyle beraber bu kadar hadsiz zîruhların, zîşuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüzleri dahi, birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması, bizzarure ve bilbedahe ve bittarikı’l-evlâ ve bilhadsi’s-sâdık ve bilyakîni’l-kat’î delâlet eder, şehadet eyler, ilân eder ki; şu nihayetsiz feza-i âlem ve şu muhteşem semavat, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimâttan, esîrden ve hatta elektrikten ve sair seyyalât-ı latîfeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara Şeriat-ı Garra-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, “Melâike ve cân ve ruhaniyattır” der, tesmiye eder.

Melâikenin ise, ecsamın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pek çok ecnas-ı muhtelifeleri vardır.

(Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-2023, s. 574)

(10)

YORUM YAZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir