ANASAYFA SORU - CEVAP ŞUUNAT VE ALLAH’IN ZATİ SIFATLARI
ŞUUNAT VE ALLAH’IN ZATİ SIFATLARI

ŞUUNAT VE ALLAH’IN ZATİ SIFATLARI

3.18K
0

S.1 Şualarda vacip için ‘vucut mertebelerinin en kuvvetlisi’-‘maddiyattan münezzeh’-‘bütün mahiyetlere mübayin’ olarak 3 şekilde tanımlanmış. Burdaki 3. tanımda geçen mübayin kelimesini nasıl anlamalıyız yani Cenabı hakkın mahiyetinin tüm varlıklara zıt olması nasıl oluyor evet hiç bir şeye benzemiyor bizim tasavvur ettiğimiz ama Üstat hazretlerinin zıt demesinin hikmeti nedir?

 

Cevap: Allah vardır ve “Vücut” Allah’ın zatî sıfatıdır. Zâtî sıfatlar ise Allah’tan başkasında asla bulunmaz. Bu nedenle varlıkların vücudu Allah’ın vücuduna tamamen aykırıdır ve ancak Allah’ın yaratması ile vardır. Allah’ın vücudu ise mahlûkatın vücudundan tamamen farklıdır, yani mübayindir. Bediüzzaman bunu şöyle ifade eder:  “Şu kâinatın Sani’-i Zülcelali, Vacib-ül Vücud’dur. Yani: Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni’dir, zevali muhaldir.” (Mektubat)

Allah’ın vücudunun zatî olması, varlığı kendi zatının gereği olması, hiçbir şeye muhtaç olmaması, başlangıcının ve sonunun olmaması demektir. Böyle bir vücut Allah’a hastır ve bütün mahlûkatın vücuduna mübayin, yani aykırı ve zıttır. Bu nedenle Allah’ın vücudu bütün kemal mertebelerinin fevkındedir. Maddiyattan münezzehtir, yani maddi vücutların ötesindedir. Bu nedenle bütün varlıklara varlık veren, vücut veren mahiyetlerden farklıdır. Yani hava, su, toprak, ısı, ışık, nur vs. gibi Allah’ın yarattığı ve vücut verdiği şeylere asla benzemez.

Varlığın Allah ile olan münasebeti Allah’ın “İlim, İrade ve Kudretinin” eseri olması, isim ve sıfatlarını göstermesi, Allah’ın eseri ve sanatı olduğunu anlatması yönüyledir. Bu nedenle “Usta-eser” ilişkisi dışında hiçbir yönü yoktur. Misal verecek olursak “Bir kitap kâtibin eseri ve ilminin ürünüdür. Ancak ne ilmidir, ne de ilminin tamamıdır; ancak ilminin bir yansımasıdır. Ne de alime hiçbir cihetle benzemez. Ne kelime olarak, ne bilgi olarak ve ne de kitap olarak katip ve alim ile hiçbir benzerliği yoktur. İşte Kâinat da, varlık da varlıktaki eserler de böyledir. Hatta benzemediği gibi bir de zıttır, yani mübayindir. Çünkü katip ve alim ne harf, ne kelime, ne mürekkeb ve ne de kağıt cinsinden ve ne de o yazıların ifade ettiği manalar bakımından benzer değildir. Tamamen farklıdır.

 

S.2 Şe’n yada çoğulu olan şuunat tam olarak ne demektir ?

 

Cevap: Şe’n, iş, şuûnât ise işler demektir. Yüce Allah Kur’ân-ı kerimde “O Allah her daim bir şe’ndedir.” (Rahman, 55:29) Yani her an bütün mahukatının bütün ihtiyaçlarına cevap vermekte, her an ayrı bir yaratma ve tecelli içindedir. Zira sema ve arzda olan tüm varlıklar tüm ihtiyaçlarını gerek istidat lisanıyla, gerek fiilen ve halen, gerekse yalvararak O’ndan istemekte Allah da onların bütün ihtiyaçlarını sonsuz kudreti ile gerek yoktan yaratarak gerekse var olanları çeşitli sebepler tahtında istihdam ederek o ihtiyaçların hibirini unutmadan, hiçbirini şaşırmadan, vakti vaktine yetiştirir ve daima fa’âldir. (Buruc, 85:16.)

 

S.3 Lemalarda -İnsan hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde geleyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayati duygular, manalar ve hisler vasıtasıyla Zatı Hayyı Kayyum’un şuunatı kudsiyesine ayinedarlık eder. Mesela: O hassasiyet içinde; sevmek, iftihar etmek, memnun olmak mesrur olmak, müferrah olmak gibi manalar ile Zatı akdesin kudsiyetine ve gınayı mutlakına münasip olmak şartıyla, o neviden olan şuunatına ayinedarlık eder” burada belirtilen inkişaf etmemiş duyguların bu 2 şartla ayinedarlık etmesi nasıldır ve bu 2 şartı nasıl anlamalıyız?

 

Cevap: Allah’ın işlerine ve fiillerine “Şe’n” çğulu “Şuûnat” dendiğini yukarıda ifade etmiştik. Yüce Allah’ın şuûnatı iki nevidir. Birincisi isim ve sıfatlarının tecellisi şeklindedir. Onun izahı bir önceki sualin cevabında verilmiştir. İkinci nevi ise insandaki hissiyatın ki bu hissiyat, sevmek, memnun olmak, mesrur olmak, müferaah olmak ve iftihar etmek gibi hissiyatın membaı ve bu nevi tecellilerin kaynağı yine yüce Allah’ın sevmek, iftihar etmek, memnun olmak mesrur olmak, müferrah olmak gibi manaların membaı olan bu nevi şuûnatıdır. Ancak bu şuûnat da yine yukarıda birinci sualde izah edildiği gibi mahlûkatın bu nevi işlerine tamamen zıt ve mübayindir. Yani insanların bu nevi hissiyatına asla benzemez.

Yüce Allah’ın bu nevi şuûnatını anlamanın da iki şartı varıdır. Birincisi, Zât-ı Akdesin kutsiyetine aykırı olmayacak, ikincisi de “Gınay-ı mutlakına” yani hiçbir şeye muhtaç olmamasına münasip olacaktır. Bu iki şartla ancak hissiyat nevinden olan şuûnatına bakılabilir ve anlaşılabilir. Yani sevmek fiili ve şe’ni bizim sevgimize asla benzemez ve ihtiyacı da yoktur. Böyle bilmek ve kabul etmek şartıyla bu şuunata bakılabilir. Zaten Allah’ta bunlar olmasa insanlarda nasıl olacak? Allah insanlara görme, işitme ve konuşma gibi sıfatlarından cüz’î olarak verdiği için insanlar görmekte, konuşmakta ve işitmektedir. Aynı şekilde Allah sevmezse, memnun ve mesrur olmazsa insanların ve mahlukatın bunları hissetmesi imkansız olurdu. Ancak nasıl Allah’ın görme, işitme ve konuşma sıfatları mahlukatın sıfatlarından tamamen farklı ve aykırı ise bu şuunâtı da öyledir. Bu nedenle Allah sever, ancak Allah hakkında “âşık olmak” ifadesi kullanılamaz. Zira bu Allah’ın kutsiyetine ve gınay-ı mutlakına aykırıdır. Bu nedenle Bediüzzaman Mevlit sahibi Süleyman Çelebinin “Yâ Muhammed ben sana âşık olmuşum / Cümle halkı sana bende kılmışım” beytindeki “Âşık olmuşum” ifadesini “Kutsiyetine ve gınay-ı mutlakına aykırı” gördüğü için “Ben senden razı olmuşum” şeklinde değiştirmiştir. (Mektubat, 24. Mektubun 2. Zeyli, s. 304-305) Bu mektupta geniş izahı vardır, oraya bakılabilir.

 

S.4 Üstat hazretlerinin gördüğü vakıa-i sadıka -yani patlayan ağrı dağı altında kendisini ve annesini gördüğü rüya- bu sıralarda kaç yaşındadır genellikle malumat olarak 9 yaşları gibi biliniyor ama Rumuzatı Semaniye’nin başlarında 36 yaşında oluğu belirtilmiş hasan Hüseyin bulut tarafından hangisi doğru?

 

Cevap: Üstad 9 yaşında peygamberimizi (sav) rüyada görerek ondan ilim istemiştir. Tarihçe-i Hayatta böyle geçer. Ararat Dağının parçalanması ile ilgili gördüğü rüya ise Rumuzat’da geçen 36 yaşında olduğu doğrudur.

 

S.5 Kastamonu lahikasında bir mektubun altında “sin” ve “ayn” harfleri yazılmış hususi bir manası var mıdır?

 

Cevap: Sin, Said anlamındadır. Ayın ise Aciz anlamında olabilir. Ayrıca bu iki harfin şöyle bir manası olabilir. Hz. Ali (ra) ilmin kapısıdır. Hz. Ali’nin manevi evladı olan ve hakikat ilmini doğrudan Hz. Ali’den alan Bediüzzaman’ın isminin ikinci harfi “ayın”dır. Sonra Bediüzzaman İstanbul’da bir Kur’ban bayramı öncesinde “Saidin başı kesilecek” demiş ve ayını keserek “Îd”i bırakmştır. Îd ise iki anlama gelmektedir. Kurban bayramında koyunların başı kesilir, yarın Kurban bayramıdır. İkincisi, artık eski Said öldü ve Hz. Ali’den ve doğrudan Kur’ândan ilim alan Hz. Ali’nin (ra) ilmini ahir zamanda neşreden “Sözler/Kelimat” ile Kur’ânın İmanî yönünü öne çıkaran tefsirini yazmaya başlamıştır. Hz. Ali’nin (ra)  Celcelutiye’de işaretlerini ve şifrelerini koyduğu, peygamberimizin (sav) Cevşenü’l-Kebirde bize haber verdiği Allah’ın bin bir ismini şerh etmeye başladı. Benim “Sin” ve Ayn” haflerinden anladığım budur.

 

S.6 Katre risalesinde geçen 55 lisan da birbirine çok yakın manalar var mesela intizam ve nizam ayrı ayrı alınmış ama bunların farkı nedir daha bunun gibi çok var aralarında ince nüanslar var ama anlamaya fehmim muktedir değil. Bunları nasıl ifham etmeliyiz?

 

Cevap: Risalelerde geçen bilhassa dine ve imana, özellikle Allah’ın isim ve sıfatlarına ait olan kelimeler birer “anahtar kelime” ve “İlâhiyata ve imana ait terimlerdir.” Terimler ise çok geniş manaları muhtevidir. Bu terimler benzer gibi gözükse ve aralarında nüans farklar da bulunsa gerçekte çok farklı manaları içine alır. Meselâ, Allah’ın “Ehad” ve “Vahid” isimlerinin lügat manası “Allah birdir” demektir. İlk bakışta ve zahiri manada bu iki kelimenin aynı manayı tekrar etmek ve pekiştirmek amacına yönelik olduğu anlaşılabilir ve çoğu ulema-i zahir böyle kabul ederek “Esma-i Hüsna”dan birini çıkarma gibi bir yanlışa düştükleri görülmektedir. Gerçekte ise “Allah’ın cüz’iyata tecellisine Ehadiyet, külliyata tecellisine Vahidiyet” denir.  Bir insandaki bir ismin tecellisi ehadiyeti gösterirken, bütün insanlara tecellisi ise vahidiyeti ifade etmektedir. Bir çiçeği yaratması ehadiyetin, bütün çiçeklere olan tecellisine ise vahidiyet denmektedir. Çok farklı manaları muhtevidir. Aynı şekilde “İntizam ferdi, nizam ise geneldir.” Allah’ın cüz’îyatı düzenli bir plan ve program içinde yaratması intizamdır. Kainatın geniş nizamı içinde bu cüz’î intizamı entegre etmesi ise nizamdır. Eko sistemler intizam, bu sistemlerin genel düzene uyumu ise intizamdır.

 

S.7 Risalei nurun 130 parcadan ibaret olduğunu Üstat hazretleri bazı yerlerde söylüyor bunları 33 söz 33 lema 33 mektup olarak dusunursek 31 kalıyor 15 tanede Şua var diğerler de Eski Said Dönemi Esrleri olarak mı ya da mesela Tarihçe-i Hayat, Kızıl İcaz, Talikat gibi eserleri de sayarsak sayısı geciyor gibi belki çok önemli değildir ama merakımdan soruyorum tam olarak 130 parça hangileri oluyor?

 

Cevap: Risalelerin yazılıp bitmediği ve tüm külliyatın tamamlanmadığı zaman Üstad farklı risalelerde 130 Risale demiş olabilir. Bunların bir kısmı Arapça’dır. Farklı Risaleler de var. Ayrıca Hizbul’-Kur’ân ve Hizbu’l-Hakak-ı Nuriye ve Sözler, Lemalar, Şualar, ve Mektubat içinde olmayan risaleleri de hesap ettiğiniz zaman 145 Risale de denebilir. Bunlar o kadar önemli değil. Kur’ân-ı Kerim 6666 ayet denir ve bu doğrudur; ancak topladığınız ve hesap ettiğiniz zaman 6666 ayet çıkmaz. Müfessirlerin bu konuda farklı yorumları ve hesaplamaları vardır.  Risaleler konusunda da olabilir.

(3178)

etiketler:

YORUM YAZ

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir