ANASAYFA SORU - CEVAP RİSALE-İ NUR NEDİR, NASIL BİR TEFSİRDİR?
RİSALE-İ NUR NEDİR, NASIL BİR TEFSİRDİR?

RİSALE-İ NUR NEDİR, NASIL BİR TEFSİRDİR?

1.80K
1

Muhakkak risâleyi sadâkatle, yılmadan, usanmadan def’alarca okuyan her nûr talebesine şu soru sorulmuştur ya da bir şekilde nefsi tarafından bu soruyla muhatab olmuştur: “Neden Risâle-i Nûr’u bu kadar çok okuyorsunuz?

Evet, bu soruyu soran insanları “Nasıl böyle bir şey dersin!?” deyip yadırgamadan onları ikna edecek cevaplar vermek ve akıllarındaki şüpheleri izale etmek her nûr talebesinin bir vazifesidir. Burada sorulan soruyu iki kategoride incelemek lazım. Biri Risâle-i Nûr’u neden bu kadar çok okuyoruz? Diğeri Risâle-i Nûr nasıl bir tefsirdir?

İlk önce Risâle-i Nûr’un nasıl bir tefsir olduğuna değinmek istiyorum. Öncelikle tefsirin ne olduğuna ve kaça ayrıldığına değinmekte fayda var. Sandığımız gibi tüm tefsirler aynı metodda yazılmıyor çünkü tefsir iki kısma ayrılıyor. Bunlardan biri, hepimizin aklına gelen malûm tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin ma’nâların beyan ve izah ve ispat ederler. (Tarihçe-i Hayat, Said Nursî, s. 1046, Yeni Asya Neşriyat, 2013.) Bu şekilde te’lif edilmiş tefsirler günümüzde fazla olduğu için tefsirlerin yalnız bu metodla yazıldığı yanılgısına düşüyoruz maalesef.

İkinci kısım tefsir ise, Kur’ân’ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyân ve ispat ve izah etmektedir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Malûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda derç ediyorlar. (Age, s.1046.) Bu kısım tefsirler az olmakla birlikte kıymeti ve ehemmiyeti daha fazladır. Mahiyet bakımından da daha önemlidir. Çünkü peygamberimizin (asm) “İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki dininin gereklerini yerine getirme konusunda sabırlı/dirençli davranıp Müslümanca yaşayan kimse avucunda ateş tutan kimse gibi olacaktır.” (Tirmizî, Fiten,73; Ebu Davud, Melahim,17.) dediği dehşetli zaman olan ahir zamanda îmânımızı kuvvetlendiren ve taklid-i olan îmânımızı tahkiki yapan bu kısım tefsirlere ekmek ve su gibi ihtiyacımız var.

Risâle-i Nûr; her Müslümanın mutlaka kendine sorması gerektiği, üzerinde yoğunlaşması ve ne olursa olsun cevaplarını bulması gerektiği “Ben neyim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum, vazifem nedir?”  suallerinin cevabını vazıh ve kat’î bir şekilde, çekici bir üslûp ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor.

Risâle-i Nûr; arz ve semâvatın tabâkatından, melâike ve ruh bahsinden, zamanın hakikatinden, haşir ve ahiretin vukuundan, Cennet ve Cehennemin varlığından, ölümün asıl mahiyetinden, ebedî saadet ve şekâvetin menbaına kadar akla gelen ve gelmeyen bütün imanî mes’eleleri, en kat’î delillerle aklen, mantıken, ilmen ispat ediyor, delillerle aklı ve kalbi ikna ediyor, merakları izale ediyor. İşte size paha biçilemez bir şaheser, nurlu bir külliyat…

Evet, Risâle-i Nûr’un en önemli bir farkı sadece din ilimleriyle değil aynı zamanda müspet ilimlerle de mücehhez olmasıdır. Yirminci asrın Kur’ân felsefesi olan bu emsalsiz eserler, bir taraftan teknik, fen ve sanat olarak maddiyatı, diğer taraftan îmân ve ahlâk olarak mâ’neviyatı işlemekte olup kalplerle birlikte akılları da tatmin ve tenvir etmektedir. Aynı zamanda müspet ilimlerle mücehhez olan Risâle-i Nûr, vesveseli şüphecileri, dinsiz feylesofları, tabiiyun ve maddiyyunları ikna ediyor, akıllarındaki tüm şüpheleri izâle ediyor.

 

Gelin, Risâle-i Nûr’un nasıl bir tefsir olduğunu izah ettikten sonra Risâle-i Nûr’u anlamayanlara eserin müellifinin nasıl seslendiğini görelim. Söz artık eserin Müellifi Bediüzzaman Said Nursî’nindir: “Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum.” (Tarihçe-i Hayat, Said Nursî, s. 959.)

Ey nefsimle birlikte Risâle-i Nûr’a tefsir değil diyen bedbahtlar! Mezkûr açıklamalar ve Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin bu sözlerinden sonra Risâle-i Nûr’un nasıl bir tefsir ve ne kadar paha biçilemez olduğunu anladınız değil mi? Tatmin oldunuz ve diyecek bir şey bulamıyorsunuz değil mi? Haydi o zaman vakit kaybetmeden bu nurlu külliyattan en iyi şekilde istifa etmeye, bir saniyemizi bile boşa harcamadan bu eserleri okumaya başlayalım.

Rabbim bizleri Risâle-i Nûr’un kıymetini bilen, her daim onunla meşgul olup îmânını kuvvetlendiren, taklidi olan îmânını tahkiki îmân yapan ve Risâle-i Nûr’a kendi eseriymiş gibi sahip çıkan Risâle-i Nûr’un sâdık talebelerinden eylesin. Rabbim bu eserleri çok zor şartlar altında ve dehşet bir zamanda te’lif eden Bediüzzaman Hazretlerinden ebediyyen râzı olsun ve bizlere şefaatini nâil eylesin. Âmîn, âmin, âmin…

 

Kaynak: http://www.yeniasya.com.tr/said-yuksekdag/risale-i-nur-nedir-nasil-bir-tefsirdir_327350

 

SORU:

Edirne’den Mehmet Said Arslan: “Kaç çeşit tefsir vardır? Risâle-i Nûr bunlardan hangisine girer? Geçmişte de Risâle-i Nûr tarzında eserler yazılmış mıdır?”

 

CEVAP:

İslâm tarihinde ilk tefsîr uygulaması, âyetleri başka âyetlerle veya Peygamber Efendimiz’in (asm) hadisleriyle ve sünnetiyle, ya da sahabe sözleriyle açıklayarak yapılmıştır. Bu tefsîrde yorum doğrudan doğruya ya yine Kur’ân’a, ya Allah Resûlüne (asm), ya da en nihâyet sahabelere (ra) aittir. Bu tarz tefsîre rivâyet tefsîri denmiştir ki, güvenilirliği, rivâyet senetlerinin güvenilirliği ile ölçülmüştür. Rivâyet yoluyla yapılan tefsîr, âyetlerin iniş sebeplerini ve ne mânâya geldiklerini açıklarken doğrudan ilk ele, yani Peygamber Efendimiz’e (asm) dayandığı için, sıhhat ve sağlamlık bakımından en mûteber tarz olarak benimsenmiştir. Bu tarz tefsîrin en büyük handikabı, içine senedi sağlam olmayan rivâyetlerin de girme ihtimâli bulunmasıdır. Bu bakımdan rivâyet tefsîrlerini okurken akıl terâzisini elden bırakmamalı, rivâyetleri diğer sahih kaynaklarla doğrulamaya özen göstermelidir. Rivâyet tefsîrlerine örnek olarak, Muhammed bin Cerîr et-Taberî’nin, İbn-i Kesîr’in ve Celâleddin es-Süyûtî’nin tefsîrlerini vermek mümkündür.

Sonraki dönemlerde, Kur’ân-ı Kerîm’in, sahih rivâyetler de göz önünde bulundurularak ilim, hikmet, mârifet ve içtihat ile tefsîrleri de yapılmıştır. Bu tarz tefsîrlere ise, dirâyet tefsîrleri denmiştir. Dirâyet tefsîrlerinde her ne kadar görüş ve içtihat hâkim ise de, sahih rivâyetlere aykırılık bulunmaması esastır. Çünkü sahih rivâyetler birer pusula gibidir; Kur’ân âyetlerinin tefsîr ve açıklamalarında, “sıhhat”, “isâbet” ve “istikâmet” bakımından temel teşkil ederler. Fahreddîn er-Râzî’nin, Kâdî Beydâvî’nin, En-Nesefî’nin, Ebu’s-Suud Efendi’nin ve El-Âlûsî’nin eserleri birer dirâyet tefsîridir.

Îmân bağlarının sarsıldığı, Kur’ân etrafındaki surların yıkıldığı, Kur’ân’ın kendi kendisini savunmaya bırakıldığı, rivâyetlere, nakillere ve hattâ sahih senetlere dahi “îtimatsızlığın” had safhaya ulaştığı, insafsız bir inkâr fırtınasının bütün taklîdî îmânları sarstığı asrımızda, Kur’ân’ın içinden öyle bir tefsîr çıkmalıydı ki, hem bütün dâvâsını akla ve mantığa tespit ettirerek Kur’ân’ın çelik bir zırhı olsun; hem Kur’ân’ın en sağlam temeli olan “îmân-ı bi’lgayb”, yani “gayba îmân hakikatini” konu alan âyetleri “tahkîkî olarak” tefsîr etsin; hem insafsız inkâr fırtınasının karşısında sarsıntı geçiren taklîdî îmânları “tahkîkî îmân” mertebesine çıkarsın; hem de nakillere güvenin sarsıldığı bir zamanda rivâyetlerle ve nakillerle meşgul olmasın, fakat her sözü ve her cümlesi sahih rivâyetlerle doğrulansın. İşte Risâle-i Nûr, bu vasıfları kendisinde toplayan bir Kur’ân tefsîridir.

Risâle-i Nûr, nakillerle pek fazla meşgul olmayan, aklı da tek başına hâkim kılmayan, ama her sözünü hem sahih hadislere dayandıran, hem de sâlim akla, sağ duyulara ve kalbe tasdik ettiren, yani aslında ne nakli, ne de aklı ihmal etmeyen, ehl-i sünnet çizgisinde ikisini de barıştıran, yani sahih naklin sâlim akıl ile çelişmediğini, sâlim aklın da sahih nakli doğruladığını ispat eden, ve Kur’ân’ın “îmân” âyetlerini en temel çözümlerle ve en sarsılmaz burhanlarla “akla ve kalbe” tasdik ettiren, sahasında ilk, orijinal, makbul ve mûteber bir “tahkîkât tefsîridir.”

Bu tahkîkât tefsîri, önceki tefsîrlerde olduğu gibi, Kur’ân’ın baştan sona bütün âyetlerini tefsîr etmez. Çünkü buna ne zamanı vardır, ne de şimdilik ihtiyaç söz konusudur! Çünkü, esasen üç yüz elli bin tefsîr bütün doğrularıyla orta yerde durmaktadır. Bütün mesele bu tefsîrlerden yüz çevirmemektir. Allah’ı ve peygamberi bilmeyen bir asırda bütün yoğunluk, îmâna verilmelidir. Sâir âyetlerin tefsîri için ise, üç yüz elli bin tefsîrin temelini ve gövdesini teşkil ettiği bir binâyı tamamlama gücüne sahip ehil bir heyete zemin hazırlanmalıdır.

Çünkü, öyle bir dehşetli asırdan geçmekteyiz ki, asrımızda, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğuna îmân sarsılmıştır! Hattâ Allah’ın varlığına îmân zaafiyete uğramıştır! Hazret-i Muhammed’in (asm) Allah elçisi olduğu ve Allah’tan vahiy aldığı hususunda şüpheler ve hattâ inkârlar ayyûka çıkmıştır! Böyle dehşetli bir zamanda Kur’ân’ın tümünü yeniden tefsîr etmek yerine; sarsıntı geçiren, zaafiyet konusu olan ve şüpheler yaşanan konuları kapsayan âyetleri “tahkîkî” biçimde tefsîr etmek; îmânı tahkîkî olarak yeniden yapılandırmak, teslîmiyeti akıl ölçüsünde yeniden tesis etmek, duyguları mantık süzgecinde îmânla ihyâ etmek ve dîni yeni bir aksiyonla tecdît etmek gerekiyordu. Buna ihtiyaç şiddetli idi.

Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri Kur’ân’ın “îmân” âyetlerini tefsîr ederek bu şiddetli ihtiyâcı telâfi ederken; Kur’ân’ın geri kalan âyetlerinin tefsîri hususunda bir yandan daha önce ümmetçe yapılmış üç yüz elli bin tefsîri “doğru ve istikâmetli adres” olarak gösteriyor. (Lem’alar, s. 197) Diğer yandan ise ilmin, irfânın, hikmetin, mârifetin ve gerekli bütün bilimlerin her dalında ve her branşında ehil ve müstakim bir heyetin meydana getireceği “şahs-ı mânevî”nin, fikirlerini, görüşlerini, içtihatlarını ve yorumlarını birleştirerek Kur’ân’ı yeniden tefsîr etmesini teşvik ve hattâ vasiyet ediyordu.(İşârâtü’l-İ’câz, s.13.)

Bedîüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz tefsîrini “uzak bir istikbalde yapılacak yüksek bir tefsîre bir örnek ve bir me’hâz olmak üzere” yaptığını bunun için kaydetmiştir. (İşârâtü’l-İ’câz, s.14.)

Said YÜKSEKDAĞ

25 Aralık 2015 / Yeni Asya

 

Kaynak: http://www.fikih.info/risalei-nur-nasil-bir-tefsirdir/

 

(1804)

etiketler:

Yorum(1)

Buna bir yanıt yaz Said Yüksekdağ Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir