ANASAYFA TEZLER MEŞRUTİYETÇİ PADİŞAH SULTAN II. ABDÜLHAMİD
MEŞRUTİYETÇİ PADİŞAH SULTAN II. ABDÜLHAMİD

MEŞRUTİYETÇİ PADİŞAH SULTAN II. ABDÜLHAMİD

1.09K
0

Meşrutiyetçi Padişah
SULTAN II. ABDÜLHAMİD
(19 Ağustos 1842 – 10 Şubat 1918)

 

Osmanlı devletinin 34. Padişahı ve 113. Halife olan Sultan Abdülhamid Sultan Abdülmecid’in oğludur. Henüz 10 yaşında annesi Tirimüjgan Sultanı kaybetti. Bu nedenle eğitimini ve terbiyesini Abdülmecid’in çocuğu olmayan diğer eşi Piriştü Kadın Hanımefendi üstlendi ve kendi çocuğu gibi büyüttü. Babasının ölümünden sonra yerine geçen amcası Abdülaziz diğer şehzadelerle beraber Abdülhamid’in eğitimi ile de yakından ilgilendi. 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisine Abdülhamid’i de beraberinde götürdü.
Sultan Abdülhamid Sultan Abdülaziz’in 1876’da tahtından indirilmesi ve şüpheli ölümü ile ağabeyi V. Murad’ın tahta geçirilmesi ve sonrasında ruhsal çöküntü geçirmesi ile tahtta indirilerek Çırağan Sarayına hapsedilmesi olaylarını bizzat yaşayarak gördü ve siyasi entrika ve cinayetlere şahit oldu. Osmanlı ülkesi büyük bir bunalım içindeydi. Bu bunalımdan çıkması için hamiyetli ve fedakâr Jön Türklerin “Meşrutiyete” geçiş konusundaki fikir ve düşüncelerine ve gayretlerine tanık oldu ve fikirlerini çok iyi bir şekilde takip ederek kendisi de Meşrutiyet ve Hürriyet konusunda onlarla hemfikir oldu.
Bütün bu şartlar tahtında Anayasal düzene ve Meşrutî yönetime geçmesi şartı ile 31 Ağustos 1876’da padişah olmayı kabul etti ve tahta geçti. 7 Eylül 1876’da Eyüp Sultan’a giderek kılıç kuşandı. İlk icraat olarak Mithat Paşa’yı Sadrazamlığa getirdi.
Sultan Abdülhamid tahta çıktığı zaman Osmanlı devleti büyük bir bunalım içindeydi. 1871’de sadrazam Âli Paşa’nın ölümünden sonra saray ile Bâb-ı Âlî arasındaki çekişme alevlenmiş 1875 yılına gelindiği zaman devlet dış borçları ödeyemez hale gelmiş ve Muharrem Kararnâmesi ile morotoryum ilan etmişti. Rusya’nın başlattığı Panslavizma akımının etkisi ile Balkanlar’da ulusal ırkçı ayaklanmalar baş göstermişti. Ülkede Meşrutiyet taraftarları güçlenerek yönetim şeklinin değişmesi konusunda çalışmalar yapılıyordu.
Mithat Paşa Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde ve Sultan Abdülhamid’in tahta çıkarılmasında rolü olan liderlerdendi. Kanun-i Esasiyi hazırlayan komisyonun başkanlığını yapmıştır. Tanzimat reformlarının gerçekleştiren kuşağın önde gelenlerindendir. Meşrutiyetin liderlerinden Keçecizâde Fuat Paşa, Âli Paşa ve Mustafa Reşit Paşa ile anlaşamayarak “Kanun-i Esasiye koydurduğu sürgün yasasına göre (113. Madde) 1881 tarihinde sürgün edilmiştir.
Sultan Abdülhamid tahta geçer geçmez Mithat Paşa’yı sadrazam tayin ederek “Kanun-i Esasi”yi yazdırdı ve 23 Aralık 1876’da ilan ederek Meşrutiyete geçişi ilan etti. Seçimlerin yapılmasından sonra 19 Mart 1877’de Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Âyan’ı açarak fiilen meşrutî yönetime geçti.
Rusya’nın Balkanların ıslahı için verdiği tekliflerin 12 Nisan 1877’de İbrahim Ethem Paşa hükümeti tarafından reddedilmesi üzerine 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı Rus savaşı patlak verdi. Mithat Paşa, Mahmut Paşa ve Redif Paşa’ların savaşmaya karar vermesi üzerine Rus orduları doğudan Erzurum’u işgal ettiler, batıdan da tüm Trakya’yı ele geçirdiler ve İstanbul’a 13 km kadar yakın olan Yeşilköy’e kadar geldiler.
Bu mağlubiyetin bütün faturası Meclis-i Mebusan’a yıkılarak hükümetin savaş politikalarına yoğun bir eleştiri yöneltilmesi ve suçlu olarak Meclis-i mebusan gösterilmesi üzerine Sultan Abdülhamid 18 Şubat 1878’de Meclis-i Mebusan’ı tatil etti. Ancak Meşrutî yönetimden vazgeçilmedi ve Kanun-i Esasi’yi yürürlükten kaldırmadı. Bundan sonra yaptığı tüm icraatlarını yine “Kanun-i Esasi”ye dayandırarak yaptı. Sadece takip eden 30 yıl boyunca Meclis-i Mebusanı toplantıya çağırmadı.
3 Mart 1878’de İstanbul yakınlarında bulunan Ayastefenos’ta (Yeşilköy) karargâh kuran Rus kuvvetlerinin dikte ettiği “Ayastefenos Antlaşması” ile Osmanlı-Rus Savaşı bitirilmiş oldu. Bu anlaşmaya göre Sırbistan, Karadağ ve Romanya’ya bağımsızlık verilecek, Bulgaristan Prensiliği kurulacak, Bosna-Hersek’e iç işlerinde bağımsızlık verilecek, Kars, Ardahan, Artvin, Batum, Doğubeyazıt ve Eleşkirt Ruslara bırakılacak, Teselye Yunanistan’a bırakılacam, Girit ve Ermenistan’da ıslahat yapılacaktı. Ayrıca Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş tazminatı olarak 30 bin ruble ödeyecekti.
Ancak Avrupa devletleri Rusya’nın bu aşırı isteklerine karşı çıktı. Osmanlı devleti Birleşik Krallığa Kıbrıs’ın idaresini bırakmak şartı ile Berlin Anlaşması yapıldı. Berlin Anlaşması ile Osmanlı’nın toprak kaybının önüne geçildi ve bir müddet daha Balkanlarda Osmanlı hâkimiyeti devam etti.
Berlin Anlaşmasına göre Doğu Anadolu’da Ermenilerin Rus himayesine yönelmemesi için Ermenilere yönelik reformlar yapılmasını gerekli kılıyordu. Abdülhamit ise reform yapmak yerine Ermeni isyanlarına engel olmak için Kürt aşiretlerini silahlandırma yoluna gitti. Bu da Ermeniler arasında devrimci ve ırkçı akımların güçlenmesine ve Ermeni komitelerinin daha da güç kazanmasına sebep oldu. 1887’de Zeytung’da ve Sason’da Ermeni direniş hareketleri başladı. 1895’de Kamil Paşa hükümeti Anadolu’daki Ermenilere yönelik sert önlemler alındı ve IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa isyanları önlemek üzere görevlendirildi. Yine Sultan Abdülhamid’in emri ile doğudaki Kürt aşiret reislerinin liderliğinde “Hamidiye Alayları” adı altında gayr-i nizami milis kuvvetleri oluşturuldu. 1895 yılında gerçekleşen sert tedbirler ve kanlı bastırma olayları batı basınında ve siyasi arenada “Ermeni Katliamı” olarak değerlendirildi. Bu da batıda Liberal basının Abdülhamid aleyhine kampanyalar başlatılmasına ve “İstibdada yöneliş” olarak görülmesine sebep oldu. Bediüzzaman Abdülhamid’in bu siyasetini “eşkıyalık ve husumet derdiyle mültehap bulunan o vücuda iltihabı tezyid eden Hamidîlik icra etmek tedavi mi, yoksa tesmim midir?” (Münazarat, 25) diye itiraz etmiştir.
1897 yılında Girit’in Yunanistan’a ilhakını isteyen Yunan hükümetinin Teselye sınırlarını ihlal etmesi üzerine savaş kokusu gelmeye başladı. Padişah Vükelâ Meclisini toplantıya davet etti ve 56 saat süren müzakereler sonucu her ne kadar savaşa girilmemesi yönünde fikirler beyan edildi ise de aynı gün Yunan Ordusu’nun Alasonya’ya saldırması sonucu savaş kaçınılmaz oldu. Hazırlıksız yakalanan Yanya’daki Osmalı tümeninin ricat etmesi üzerine İstanbul’daki I. Ordu Ethem Paşa kumandasında Yunanlıları üzerine yürüdü. Teselya ele geçirildi. 23 Nisan 1897’de Milon’da Yunan kuvvetleri mağlup edilerek Atina ve Teselya arasındaki Dömeke’de sıkıştırıldı. 25.000 kişilik Yunan ordusu burada çok büyük bir bozguna uğradı ve Osmanlı ordusu Atina’ya girdi. Yunanlıların 4 milyon lira savaş tazminatı ile cezalandırılarak Osmanlı ordusu geri çekildi. Ancak bu tazminat tahsil edilemedi.
II. Abdülhamid Meclis-i Mebusan’ı kapattıktan sonra Osmanlı tarihinde ilk defa görülen geniş kapsamlı bir “Polisiye İstihbarat Örgütü” kurdurdu. 1880 yılında kurulan bu istihbarat ağına “Yıldız İstihbarat Teşkilatı” adı verilmiştir. Bu örgütün amacı Osmanlı devletine karşı girişilen ayaklanma ve isyan hareketlerini önceden öğrenerek gerekli tedbirleri almaktı. Hafiyeler kendi başların istihbarat topladıkları gibi para dağıtarak haber kaynaklarını çoğaltıyorlardı. Ancak bu durup pek çok suiistimale ve haksızlıklara da kapı açıyordu. Garaz, düşmanlık ve intikam duygularının da tatminine zemin hazırlıyordu. Bu nedenle Hürriyetçiler ve İttihatçılar tarafından bu döneme “Devr-i İstibdad” adı verilmiştir. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bu dönemde Sultan Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdad” olarak nitelemektedir. (Münazarat, 124)
Tarihçiler her ne kadar Abdülhamid’in Osmanlı Devletinin ömrünü uyguladığı “Tedbirler” ve kurduğu “Yıldız İstihbarat Teşkilatı” ile 30–40 yıl uzattığını söyleseler de gerçekte uyguladığı baskı sistemi ile dinin temsilcisi olan “Halife” unvanı ile de “Şeriatın ve dinin” istibdada müsait olduğu imajını vermesi ile hem dinin siyasi yönünün anlaşılmasına engel olmuş hem de Meşrutiyet’in yıkıma sebep olacağı fikrini milletin zihnine yerleştirerek gerçekte büyük zarar vermiştir. Azınlıklara verilecek hakları geciktirerek onların isyan etmelerine ve isyanları önlemek için de baskı ve zulüm yolunu takip etmesine vesile olmuştur. 1908’de yine mecbur olduğu Meşrutiyet’in ilanını ve Meclis-i Mebusan’ın açılmasını daha önce sağlamış olsaydı belki de Osmanlı’nın daha uzun bir dönem güçlü kalması ve sıkıntıların hürriyet içinde daha kolay aşmasına sebep olabilirdi.
Hürriyet ve Meşrutiyetin devletin ömrünü uzatıp sıkıntıları gidereceğine inanan Hürriyetçi ve Ahrarlar da boş durmuyorlardı. Genç Osmanlıların ve Ahrarların liderlerinden sayılan müfrit âlim ve muallim Ali Suavi arkadaşları ile bu gibi nedenlerden ve düşüncelerden dolayı bu istibdat dönemini bir an önce bitirmek amacı ile harekete geçmişlerdir. Abdülhamit’ten daha hürriyetçi olan V. Murad’ı yeniden padişah ve Mithat Paşayı da Sadrazam yapmak amacı ile “Çırağan Sarayı Baskınını” düzenlemişler ama ne var ki Sultan V. Murad’ı ikna edememiştir. Başarısızlıkla sonuçlanan bu baskın ve darbe teşebbüsü II. Abdülhamid’in Jön Türklere karşı daha sıkı tedbirler almaya zorlamıştır.
Sultan Abdülhamid’in istibdadının Ahrarlara yönelmesi ve baskıları sonucu faaliyetlerine İstanbul’da değil Fransa’da devam eden Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) 1889’da İttihat ve Terakki Cemiyetini kurmuşlar, basın ve yayın yolu ile Osmanlı ülkesinin Meşrutiyet yönetimine geçmesi gerektiğini savunmuşlardır. Bu nedenle Mısır’da, Balkanlarda hatta Erzurum gibi doğu vilayetlerinde İttihat ve Terakki Şubeleri açarak istibdadın kaldırılması ve meşrutiyetin ilanı için mücadele etmişlerdir.
1908 yılına gelindiği zaman İttihat ve Terakki içindeki hürriyetçi subaylar ve mülkî erkanın da katılımı ile Erzurum, Manastır ve Selanik’te meşrutiyetin ilanı için gösteriler ve ayaklanmalar başladı. Resneli Niyazi ve Enver Paşa “Meşrutiyet ilan edilene kadar dağa çıkacaklarını” deklare ettiler. Manastır’da Meşrutiyet fiilen ilan edildi. İstanbul’da da bu konuda Sultan II. Abdülhamid’e baskılar yapılıyordu. Bunun üzerine gerçekte Meşrutiyetçi olan, kanun-i Esasiye göre hareket eden padişah 24 Temmuz 1908’de “Meclis-i Mebusanın” açılmasına karar verdi. Yeniden seçimler yapıldı ve çoğu İttihat ve Terakki mensubu olan mebuslardan oluşan Meclis-i Mebusan 17 Aralık 1908’de toplanarak yasama faaliyetlerine başladı. Prens Sabahattin İstanbul’da Ahrar Fırkasını kurmuş ve seçimlere girmişti. Ancak İttihat ve Terakki seçimleri silme kazanarak Ahrar Fırkasını mağlup etti.

1. 31 Mart Olayı (Rumi 31 Mart 1325 / Miladi 13 Nisan 1909)
Meşrutiyetin ilanından oldukça rahatsız olan İngilizler Meclis-i Mebusan’a söz geçiremeyecekleri gerçeğini görerek karşı atağa geçtirler. Meclis-i Mebusan’ın da tam olarak iktidara hâkim olamaması ve tam bir denetim kuramamasını fırsat bilerek halk arasında meşrutiyetin şeriata aykırı olduğu ve hürriyetin dinin itaat emrine aykırı olduğu ve “Kanun-i Esasinin” “Şeriata” muhalif kanunlar olduğu propagandası ile özellikle Medrese ve askeriyedeki Alaylı Subaylar arasında huzursuzluk çıkarmaya başladılar. Politik istikrarsızlık ve iç çatışmalar, İttihat Terakki’ye muhalif olan meşhur gazeteciler ajanlar tarafından öldürülmesi istikrarsızlığın ve anarşinin daha da artmasına sebep oldu.
Derviş Vahdeti’nin “Volkan” isimli gazetesi din adına meşrutiyet aleyhinde yazılar yazıyor ve İttihatçıları şiddetle eleştiriyordu. İttihat ve Terakkiye alternatif olarak şeriatın uygulanması için Müslümanlar “İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti”ne üye olmaya davet ediliyordu. Din adamları ve özellikle İttihat ve Terakki’nin uygulamalarından zarar gören alaylı subaylar “İttihad-ı Muhammedî Cemiyetine” destek veriyorlardı.
Bu rahatsızlıkların önüne geçmek için Sultan II. Abdülhamit tüm valilere “Şeriatın Korunması” konusunda genelge gönderdi. Bu arada savaşlar devam ediyor ve asker ihtiyacı artıyordu. Genelkurmay Başkanı Enver Paşa askere gitmemek için medreselere kayıt olanların sınavdan geçirilerek gerçekten medrese eğitimine layık olanların okullarına devamı, diğerlerinin askere alınması konusunda bir genelge yayınladı. Bu genelge medrese talebeleri arasında büyük huzursuzluk meydana getirdi. Bu isteğin şeriata aykırı olduğunu dile getirerek ayaklandılar ve mitingler yapmaya başladılar.
24 Temmuz 1908 ile 14 Nisan 1909 tarihleri arasında henüz daha 10 aylık bir hükümet her şeye hâkim değildi. Ancak Meşrutiyetten rahatsız olan İngilizler ve Osmanlı’nın yıkılasını isteyen devletlerin ve içimizdeki Ermeni ve Rumların ajanları ve fedaileri İstanbul’da anarşi ve terör estiriyor ve bunu da henüz daha on aylık Meşrutiyet hükümetine yıkıyor, halkın Meşrutiyet’ten ve Hürriyetçilerden nefret etmesi isteniyordu. Bütün bunları da İngiliz gizli servisi planlıyordu.
İttihatçılar genellikle Türkçü idiler, ancak içlerinde Yahudiler, Ulahlar da bulunuyordu. Üyelerinin çoğu daha çok genç subaylar, üniversite talebeleri ve genç memurlardı. Amaçları da Osmanlı’yı gelişmiş ülkeler düzeyine çıkarmak ve geri kalmışlığa dur demekti. Meclis-i Mebusan’da Ermeni ve Rum milletvekilleri vardı ve bunlar Ermenistan ve Rum Pontus Devleti kurma gibi iddiaları dile getiriyorlardı ve halk bunlardan rahatsızdı. Asker siyasete karışmıştı. İttihatçılar kendilerine muhalif gördükleri subayları kadro dışına atıyorlardı ve bu da açıkça bir tasfiye hareketi olarak algılanıyor ve ordu içinde yetişen mektepli olmayan Alaylı zabitler bundan çok rahatsızlık duyuyorlardı. Hürriyeti ibahe mesleği ve bolşevizm olarak algılayan laubaliler ahlaksızlık ve eğlenceye dalmışlar bundan da dindarlar rahatsız olmaya başlamıştı. İsmail Mahir Paşa ve gazetecilerden Ahmed Samimi ve Hasan Fehmi Bey öldürüldü. Fail-i meçhul cinayetler çoğaldı.
31 Mart olayının fitili 6 Mart 1909’da Serbestî gazetesi başyazarı Hasan Fehmi Bey’in Galata Köprüsünde öldürülmesi ile ateşlendi. Nihayet (Rumi 31 Mart 1909) 12 Nisanı 13 Nisana bağlayan gece Taksim Kışlası’ndaki Avcı Taburlarına bağlı subaylar ayaklanarak “Heyet-i Mebusan” önünde topladılar ve ülkenin şeriata göre yönetilmesini istediler. Adliye Nazırı Nâzım Paşa İttihatçı Ahmet Rıza Bey zannedilerek linç edildi. Lazkiye Mebusu Aslan Bey gazeteci Hüseyin Cahit’e benzetilerek öldürüldü. Tahsilsiz alaylı zabitler mektepli subayları dinsizlikle suçlayarak cahil ve ayak takımı olan hamalları “din ve şeriat elden gidiyor” diyerek isyana katılmaya davet ettiler.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri gazetelerde yazılar yazarak Derviş Vahdeti’yi edepli olmaya, İttihad-ı Muhammedi Cemiyetini siyasete girmemeye davet etti. Hamalların özellikle Kürtlerin yoğun olduğu yerlerde kahvelerini gezerek isyana karışmamaya ve Meşrutiyeti desteklemeye davet etti. Ordunun idarecilere ve kumandanlara itaat etmesi için gazetelere yazılar yazdı. Kışlalara bizzat giderek isyan eden taburları “Şeriat adına” itaate ve isyana karışmamaya çağırarak yatıştırıcı rol oynadı. (Divan-ı Harb-i Örfi, 17-89)
Hüseyin Hilmi Paşa isyancıların isteklerini dikkate alarak hükümet üyelerini istifaya davet etti ve isyancıların uygun gördüğü isimleri hükümetine aldı. İttihat ve Terakki üyesi mebuslar can güvenlikleri olmadığı için 13 Nisan günü Meclis-i Mebusan’a gitmediler. Bazıları da İstanbul’dan uzaklaştılar. Ayaklanan isyancılar İttihatçı subayları yakaladıkları zaman öldürüyorlardı. Hükümet olayları yatıştırmada aciz kaldı. Sultan Abdülhamit “Hilafet” gücünü ve yetkisini kullanarak duruma hâkim oldu. Ayaklanmayı başlatanların ise hiçbir alternatifleri ve programları olmadığı için İstanbul 24 Nisan’a kadar on gün büyük bir anarşi ve kargaşa içinde kaldı.
İstanbul’da hâkimiyeti kaybeden İttihat ve Terakki Hükümeti Selanik’teki 3. Orduyu harekete geçirdi. Ayaklanmayı bastırmak üzere İstanbul’a gelen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Harekât Ordusu 23 Nisan 24 Nisan’a bağlayan gece İstanbul’a girmeyi başardı. Heyet-i Mebusan ve heyet-i Ayan bir gece önce Yeşilköy de toplanarak Harekât Ordusunun İstanbul’a girmesinin meşruiyetini onayladılar. Sultan Abdülhamid Harekât Ordusunu durdurmak ve İstanbul’a sokmasını önlemek isteyenlere müsaade etmedi ve özel ordusunun karşı duruşunu engelleyerek İslam Ordularının karşı karşıya gelmesini ve kan dökmesini önleyerek Hz. Osman’ın (ra) içtihadını takip etti ve kardeşkanının dökülmesine halife olarak izin vermedi. Hatta Sultan II. Abdülhamid I. Ordu Kumandanı Nazmi Paşa’ya Harekât Ordusuna silah çekmeyeceğine dair yemin ettirdi.
Ortalığı yatıştıran Harekât Ordusu Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan’ı “Meclis-i Umumi” olarak bir araya gelmelerine ve çare üretmelerine zemin hazırladı. 27 Nisan 1909’da toplanan “Meclis-i Umumi” II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ve yerine V. Mehmet Reşad’ın getirilmesini kararlaştırdı. Hurşit Paşa’nın başında olduğu “Divan-ı Harb-i Örfi” padişah II. Abdülhamid’i de yargılamak istedi ise de Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti bunu kabul etmedi.
Mahmut Şevket Paşa’nın sadrazam olduğu hükümet Meclis-i Mebusan’ı çalıştırarak demokratikleşme ve hukuk devleti için bir takım yasalar çıkarttı. İçtimaat-ı Umumi (Toplantı) Yasası, Matbuat (Basın) Yasası, Tatil-i Eşgâl (Grev) Yasası, Cemiyetler Yasası, Esir ticaretini yasaklayan yasa ve en önemlisi de Kanun-i Esasi’de yapılan değişiklikle hükümetin padişaha değil Meclis-i Mebusan’a karşı sorumlu olmasını sağlayan kanun değişikliği idi.
Meclisin kararı ile tahtından alınan Sultan Abdülhamid’in yerine V. Sultan Reşat getirildi. II. Abdülhamid Selanik’te ikamet etmesi uygun görüldü. 33 yıl padişahlık yapan Sultan II. Abdülhamid 27 Nisan 1909’da tahttan indirildi. 1912’ye kadar Selanik’te Alatini Köşkünde ikamet eden Sultan Abdülhamid 12 Kasım 1912’de Selanik’in Bulgaristan’a teslim edilmesinden sonra İstanbul Beylerbeyi Sarayı’na getirilerek 10 Şubat 1918 tarihinde vefatına kadar burada kaldı. Kabri Divanyolu’da yaptırılan Sultan II. Mahmud Türbesi’ndedir.

2. Sultan II. Abdülhamid’in Şahsiyeti ve Hizmetleri:
Sultan Abdülhamid dindar, çalışkan ve meşrutiyetçi bir padişahtı. Günde 15–16 saat çalışırdı. Dinlenmek ve stres atmak için marangozluk yapardı. Gençliğinde yüzme, atıcılık, binicilik ve güreş gibi sporlarla meşgul olmuştu. Ayrıca tiyatro ve operaya ilgi duyduğu da söylenmektedir. Yıldız Sarayında bir tiyatro salonu yaptırmıştı. En çok da Alman Şairi Friedrich Schiller’in “Haydutlar” isimli tiyatro eseriydi.
Matbaa ve yayına çok meraklı olan Sultan Abdülhamid modern matbaa makineleri getirterek Cem Sultan Divanını bastırarak İngiltere, Almanya ve Amerika’ya göndermiştir. Polisiye romanlara çok meraklı olduğu için kütüphanesinde binden fazla dedektif romanı vardı. Bunların çoğu Yıldız Yağması esnasında kaybolduğu söylenir. Sherlock Holmes’un bütün maceralarını Osmanlıca’ya tercüme ettirmişti. Yıldız Sarayında 4 bölümden oluşan bir kütüphane yaptırmıştı. Birinci bölümde yabancıların Osmanlı ile ilgili yazdığı kitapları özellikle tercüme ettirerek kütüphanesine almıştı. İkinci bölümü gazeteler oluşturuyordu. İstanbul ve Avrupa’da çıkan önemli gazetelere abone idi. Üçüncü bölümde 6.000 kadar roman ve hikâye kitaplarından oluşuyordu. Bu romanlar haremde okunur ve elden ele dolaşırdı. Dördüncü bölümde ise seyahatnâmeler ve coğrafya konusundaki kitaplardan oluşuyordu.
1879 yılı 93 Harbi mağlubiyetinden sonra Osmanlı Ordusu’nun modernleşmesi gerektiğine kanaat getirdi ve Almanya ile işbirliğine gitti. Baron Von der Goltz komutasında bir Alman askerî okullarda köklü reformlar gerçekleştirmek için genç subayların yetiştirilmesini istedi. Bunun meyvesini de Yunan isyanında Yunanlarla yaptığı savaşta gördü. Osmanlı ordusu Atina’yı ele geçirince Rusların Doğuda Osmanlı topraklarına hücumu engellendi.
Tersaneyi yeniden faaliyete geçirerek Abdülmecid ve Abdülhamid isimli zırhlı denizaltıları yaptırdı. Hicaz Demiryolu ve Haydarpaşa Garı onun eserleri olup yapımını Alman firmasına verdi. Bunların yanında pek çok hizmet kurumu, okul ve resmi bina yaptırdı. Zamanında pek çok İdadiye, Rüşdiye ve yüksekokul açılmıştır. Telgrafhane ve Şişli Etfal Hastanesi de Sultan Abdülhamid’in eserlerindendir. Ok meydanındaki Daru’l-Aceze de onun sosyal yardımlaşmayı sağlayan projelerindendir

3. Hamidiye Alayları:
Sultan II. Abdülhamid Doğu Anadolu’da Ermeni isyanlarını önlemek ve asayişin bozulmasına sebep olan aşiretleri disiplin altına almak amacı ile “Hamidiye Alayları” adı verilen ve Kürt aşiret reislerinin komutasında gayr-i nizamî birlikler oluşturma kararı aldı. Ayrıca cesur halktan kurulacak bu alaylarla Ruslara karşı çıkacak bir savaşta da yararlanmayı düşündü. Bir başka amacı da yabancı devletlerin doğudaki Kürtleri tahrik ederek Osmanlı aleyhine kışkırtmasını bu şekilde önlemeyi planladı. Çünkü 1778 Osmanlı Rus savaşı mağlubiyetinin Doğu Anadolu’da ortaya çıkardığı otorite boşluğunu da bu şekilde yeniden tesis etmiş olacaktı.
Sultan II. Abdülhamid 20 Ekim 1890 tarihinde çıkardığı 233 sayılı Kanun ile “Hamidiye Süvari Alayları”nın kurulması kararını çıkarttı. IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa’nın desteklediği bu projeye diğer paşalar karşı çıkmışlardı. Bu nedenle projenin uygulamasını da Müşir Zeki Paşa’ya havale etti. Müşir Zeki Paşa da padişah fermanı ve çıkardığı yasa ile 1891 baharında harekete geçti. Mirlivâ Mahmud Paşa’yı Van, Malazgirt ve Hınıs’a gönderdi. Her aşiretten nüfus sayısına göre bir veya iki süvari teşkil edecek şekilde alaylar oluşturuldu. Bu teşkilatlanma tam beş yıl sürdü. Nihayet 1896 yılına gelindiği zaman Erzincan, Dersim, Erzurum, Diyarbekir, Van, Malazgirt, Urfa ve daha pek çok yerde Hamidiye Süvari Alayları adı verilen alaylar kuruldu. Sadece Erzurum vilayeti dahlinde 8 Süvari birliği teşkil edilmişti.
Hamidiye Alayları dört bölükten az, altı bölükten fazla olmayacaktı. Her bölük dört takım, her takımda da 48 er bulunacaktı. Her alay en az 512 er, en çok 1152 erden meydana geliyordu. Her dört Alay bir Liva sayılacaktı. Büyük aşiretlere bir veya birden fazla alay, küçük aşiretlere de birkaç bölük kurma hakkı verilecekti. Alaylar eğitim amacı ile bir araya gelmeyecek ancak büyük savaşlarda merkezî otoritenin emrinde bir araya gelerek savaşa iştirak edeceklerdi. Her alaydan birkaç çavuş İstanbul’a gönderilerek Orduy-u Hümayun içinde eğitim alacak ve oradan Mülâzım (Teğmen) rütbesi ile geri gelerek alayları eğitmekle görevlendirileceklerdi.
Hamidiye Alaylarında askerlik yapacak olan gençler 17 yaşında alınacak ve 23 yıllık askerlik yaptıktan sonra 40 yaşında terhis edileceklerdi. Askerler de kendi aralarında 17-20 yaş arasında “Efraf-ı İptidâî” 21-23 yaş arasında “Efrad-ı Nizamiye” ve 23-40 yaş arasında da “Redif Efradı” olarak rütbe ve kıdem almış olacaklardı. Hamidiye Süvari Alaylarında görevli subaylar da 14 yıl hizmet etmek zorundaydılar. Meşru bir mazereti olmadığı sürece istifa edemezlerdi. Erler ve subaylar toplantılara katılmak zorunda idiler. Bu esaslar çerçevesinde kurulan Hamidiye Alayları önce 50 civarında iken zamanla 100’e yaklaştı. Alaylara katılmak için güneydeki Arap kabileleri de müracaat ediyorlardı.
1891 yılında pek çok aşiret reisi payitahta gelerek Sultan Abdülhamid’i ziyaret ederek bağlılıklarını arz ettiler. Böylece merkezi otorite ile aşiretler arasında önceden kurulmayan diyalog kurulmuştu; ama aşiretler arasında ve Hamidiye Alayları arasında başka problemler ortaya çıkıyor ve dirlik düzenlik kolay sağlanamıyordu. Aşiret hayatına ve hürriyet havasına alışmış insanlardan düzenli askeri birlikler oluşturmak gerçekten çok zordu. Zaten onlardan da düzenli bir askeri disiplin beklenmiyordu. Ayrıca 1896 yılında aşiret mektepleri açılarak pek çok aşiret mensupları yetiştirilmiştir; ancak bu mektepler 15 yıl eğitim verebilmiş ve nihayet 1907 yılında kapanmıştır.
Hamidiye Alaylarının kurulması ile Sultan Abdülhamid aşiret reisleri ve din adamları ile sıkı ilişkiler kurarak merkezî otoriteyi kuvvetlendirdi. Rusya’nın Anadolu üzerindeki emellerine bir derece set çekti ve Ermeni isyanlarını önledi. İngiliz ve Fransızların doğu Anadolu üzerindeki emellerine engel oldu ve aşiretler arasındaki kavgalara ve kan davalarının önene geçilmiş oldu. Ayrıca Hamidiye alayları ile İstanbul ve Diyarbakır arasında ve bölgede telgraf hatları oluşturuldu.
Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki hükümetleri Süvari Alaylarının teşkilatını lağvetti ve hafif süvari alayları şeklinde düzenledi. Sayılarını da azaltarak 24’e kadar indirdi. 1913 yılında yeniden teşkilatlandırılarak “İhtiyat Süvari Alayları” adı altında iki fırka halinde merkezi Erzurum’da olan IX. Kolordu’ya bağlandılar. I. Dünya Savaşında Ruslara karşı savaşan bu alaylardaki askerlerin pek çoğu çarpışmalar esnasında şehit düşmüşlerdir.
Düzenli askeri birlikler şeklinde olmayan Hamidiye Süvari Alayları ile günümüz “Korucu Sistemi” arasında ilişki pekâlâ kurulabilir. O günün şartlarında eğitimli olmayan ama ata binmek ve silah kullanmaktan ibaret eğitimleri ve ağalık yetkileri olan bu birliklerden aşiretler zarar görüyorlardı. Çünkü cehaletle kullanılan güç ve yetki kötüye kullanıyorlardı.
Bediüzzaman hazretleri Hamidiye Alaylarının kaldırılmasından çok ıslah edilmesi yönünde fikir beyan etmiştir. Aşiret mekteplerinin kapatılmasının yanlışlığına dikkat çeken Bediüzzaman Hamidiye Alaylarının kapanması ile de Kürtlerin büyük zarar göreceğini ifade etmiştir. “Hamidiye denen asakir-i milliye-i Kürdî intizam ister, lağv kabul etmez” (Bediüzzaman, Eski Dönem Eserleri, 2009, s. 19–21) demiştir.
Bediüzzaman Hamidiye alaylarının ıslahı konsunda sunduğu çare “Aşiret, alaylılık ve askerlik bab-ı âlisi ile mekatib ve maarif içlerine idhal ve maden-i saadetleri olan medaris-i münderiseyi ihya ile ulûm-i diniye ile beraber fünun-i lâzıme-i medeniyeyi Kürt uleması tedris etmektir” (Eski Said Eserleri, 27) demektedir.
Bediüzzaman gençlik yıllarından Miran aşirti reisi Mustafa Paşa’nın yöre halkına zulüm ve zorbalığa son vermek için Cizre’ye giderek kendisini ikaz etmiş, o da âlimler ile münazara ettirmiş ve Bediüzzaman onları mağlub etmiş ve kendisinden bir silah almış ve “zulme devam edersen seni bununla öldüreceğim” demiştir. (Tarihçe-i Hayat, 67–70)

4. Bediüzzaman ve Sultan II. Abdülhamid:
Bediüzzaman Abdülhamid’in uygulamak zorunda kaldığı istibdadına “Zayıf istibdat” demektedir. “Vakta ki hürriyet divanelikle yâd olunurdu; zayıf istibdad tımarhaneyi bana mektep eyledi. Vakta ki itidal istikamet, irtica ile iltibas olundu; meşrutiyette şiddetli istibdad, hapishaneyi mektep yaptı” (Eski Said Eserleri, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 117) ifadeleri ile İttihatçıların iktidarına da “şiddetli istibdad” adını vermiştir. Bu ifadelerde İttihat ve Terakki’nin uyguladığı istibdada da “Şiddetli İstibdad” dediğini görmekteyiz. Cumhuriyet döneminde ise 1950 yılında DP iktidarı ile demokrasiye geçilmeden önceki istibdada ise “İstibdad-ı Mutlak” adını vermiştir. (Tarihçe-i Hayat, 638)
Bediüzzaman hazretleri “Hürriyetçi” olduğu ve “Şeriat hürriyeti istediği” için “İstibdad ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libasını giysin ve ismini taksın rast gelsem sille vuracağım” zira “tebeddül-ü esma ile hakâık tebeddül etmez” (Divan-ı Harb-i Örfi, 40) demiştir. Hayatı boyunca da “en büyük hile hilesizliktir” kaidesine binaen doğruluktan asla ayrılmamıştır.
Bediüzzaman doğuda Medrese ve Üniversite açtırmak amacı ile İstanbul’a gelmiştir. Sultan II. Abdülhamid ile görüşmek istemiş ve dilekçe ile müracaat etmiş ancak huzura kabul edilmemiş ve görüştürülmemiştir. Divan-ı Harb-i Örfi’de bu durumu şöyle anlatır: “Dersaadete geldim. Saadet tevehhümü ile o vakitte-şimdi münkasim olmuş, şiddetlenmiş olan-istibdatlar, merhum Sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim” (Divan-ı Harb-i Örfi, 36) demektedir. Bediüzzaman burada yine “aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim” diye hürriyet dersi vermiş ve ne derece hürriyetçi olduğunu göstermiştir.
Bediüzzaman İstanbul’da kaldığı 1908–1910 yılları arasında II. Abdülhamid’in zayıf istibdadına şahit olmuş, İttihat ve Terakki’nin “Hürriyet, Adalet ve Müsavat” sloganı ile istediği “Meşrutiyet” yönetimini ve Hürriyetin ilanını alkışlamıştır. Çeşitli mahfillerde Meşrutiyetin şeriata aykırı olmadığını dava ederek ispat etmiş ve Hürriyetin ilan edildiği günü Sultanahmet Meydanındaki mitingde “Hürriyete Hitap” nutkunu okumuştur. Ancak “Hürriyet kültürnün olmaması, şeriatın istibdada müsait olduğu anlayışı ve toplumun hürriyetin değerini bilmemesi, laubalilerin hürriyeti ibahe mesleği, yani kötülükleri de alenen yapabilme hürriyeti olarak algıladığı için İttihat ve Terakki’nin de ister istemez daha şiddetli bir istibdada yöneldiğini görmüştür. Bu durumu Divan-ı Harb-i Örfi’deki müdafaasında “Elhasıl: Şedit bir istibdat ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. Güya istibdat ve hafiyelik tenâsuh etmiş. Ve maksat da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış!” (Divan-ı Harb-i Örfi, 49) ifadeleri ile özetlemiştir.
Bütün bunlarla beraber Bediüzzaman hazretleri “Birisinin cinayeti ile başkası mesul olmaz” (İsra, 17:15; Zümer, 39:7) ayetini kendisine rehber edinerek Sultan II. Abdülhamid zamanındaki tüm icraatları ve hükümetin hatalarını ona vermemiştir. Ve onun için “Şefkatli padişah” tabirini kullanmıştır. (DHÖ, 36) Daima onun hakkında hüsn-ü zan etmiştir. Hürriyetin sınırlarını da şeriatın düsturları ve kuralları ile çizmiştir. Hürriyet “Eğer şeriat dairesinde olmazsa, istibdat nâmını verdiğiniz, bir şahsın mecburî, cüz’î ve hafif istibdâdı, pek şiddetli bir istibdâd-ı küllî olup inkısam edecek. Herkes, bir nevî müstebit olur. İstibdâd-ı mutlak çıkar. Binler istibdad hükmüne dönecek, yani, hürriyet ölecek, bir istibdâd-ı mutlak çıkacak” diyerek zayıf da olsa Abdülhamid’in istibdadına karşı çıkmıştır. Divan-ı Harb-i Örfide idamla yargılanırken dahi tereddüt etmeden “Eğer meşrûtiyet, İttihatçıların istibdâdından ibâret ise veya hilâf-ı Şeriat hareket ise, bütün dünya şâhit olsun ki, ben mürteciyim” diye onların istibdadına da karşı çıkmıştır.
Bediüzzaman yine Sultan Abdülhamid’in ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat, şark vilayetlerine Hamidiye Alayaları ile gösterdiği ilgi ile onları medeniyete sevk etmesi, Hamidiye Camiinde her Cuma bulunarak Şeâir-i İslama elden geldiği kadar müraat etmesi ve Yıldız Sarayına bir manevi şeyhinin bulundurması gibi hususlardan dolayı da kendisine “Veli” nazarı ile bakmıştır. (Eski Said Eserleri, Münazarat, s.353)
Muhsin Alev’in anlattığına göre İstanbul’da Sultan Abdülhamid aleyhine hakaret edici bir üslupla kitap yazan birisini duyunca Bediüzzaman Muhsin Alev’e “Sulta Abdülhamid 60 milyon Müslümanın halifesiydi. Ben ona bir veli nazarı ile bakıyorum” demiştir. Bediüzzaman’ın yakın talebelerinden Mustafa Sungur ağabey de Bediüzzaman’ın kendisine “Sultan Abdülhamid, velidir. Ben, onu hususî dualarımın içine almışım. Her sabah, ‘Ya Rabbi, sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hanedan-ı Osmaniye’den razı ol’ diye dualarımda yâd ederim” dediğini nakletmektedir. (İsmail Çolak, Son İmparator Sultan Abdülhamid, Nesil Yayınları-İstanbul; http://www.bediuzzaman.net/haber)
Sonuç olarak Bediüzzaman daima hürriyeti savunmuş ve hürriyetin ancak şeriat dairesinde hürriyet olabileceğini iddia etmiştir. Bediüzzaman “Hürriyet imanın hassasıdır” ve ancak imanla parlar demiş ve hayatını hürriyet mücadelesi içinde geçirmiştir. İman davası ile hürriyeti aynı kefeye koymuş ve “Ben ekmeksiz yaşarım ama hürriyetsiz yaşayamam” demiştir. Risale-i Nurların bir amacının da her nevi istibdadı ortadan kaldırarak tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olmak şeklinde özetlemiştir. Mahkeme müdafaalarında “Risale-i Nur’un gerçi siyasetle alakası yoktur; fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder” (Tarihe-i Hayat, 630) ifadeleri ile bu gerçeği özetlemiştir.

 

M. Ali KAYA

(1085)

REM

YORUM YAZ

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir